.

Floransa Mozaik Sanatı

Taşın Sanata Dönüşümü.

Rölyef Sanatı

Kabartma ve doku deformasyon. Eskitme çalışması.

Resme giriş ve Karakalem

Resme giriş ve Karakalem Çizim Teknikleri hakkında bilinmesi gereken tüm önemli konular.

Öne Çıkan Yayın

Boya Fırçaları Çeşitleri ve Kullanımları

Bu konumuzda  fırça çeşitleri ve kullanımlarına yönelik küçük örnekler verdik.  Fırçaların kullanım şekillerini görmek için video...

Cumartesi, Ocak 18, 2014

Su Kabağından Lamba Yapımı - Abajur ve Avize - Süs Kabağı

Su Kabağından Lamba




Nasıl Yapılır:


İlk önce özenle seçilmiş en uygun boyutlardaki su kabakları temin edilir (20x30 en çok kullanılan ölçülerdir - orta boy).

Cuma, Ocak 17, 2014

Minyatür Oymacılık - Oyma Kalemler



Zaten halihazırda oymacılık ile uğraşıyorsanız. Kullanabileceğiniz malzemeler elinizde var demektir.

Anadolu Kronolojisi

ANADOLU KRONOLOJİSİ

TARİH ÖNCESİ (PREHİSTORİK)


Toplayıcı-Tüketici

PALEOLİTİK
Karain/Yarımburgaz

Erken İslam Sanatı Tarihi

ERKEN İSLAM SANATI




Tarihte her büyük din bir büyük sanat etkinliğini de birlikte getirmiştir.

Erken Osmanlı Sanatı

ERKEN OSMANLI SANATI
(Başlangıcından Fatih Dönemi Sonuna Kadar)






Osmanlı mimarisinin erken döneminden günümüze gelen yapıların çoğu dini mimariye bağlıdır.

Klasik Dönem Osmanlı Sanatı

KLASİK DÖNEM OSMANLI SANATI






İkinci Bayezid döneminden 16. yüzyılın sonuna kadar olan süre, Osmanlı mimarisinin “Klasik Dönemi” olarak adlandırılır. II.Bayezid ile başlayan bu döneme, aynı zamanda “Büyük Külliyeler Devri” de denilebilir.

Geç Dönem Osmanlı Mimari Sanatı

 GEÇ DÖNEM OSMANLI MİMARİSİ






Mimar Sinan’ın ölümü ile Osmanlı mimarisinde “Klasik Dönem” diye adlandırılan çağ kapanmış, ama bu büyük ustanın etkileri uzun süre devam etmiştir. Bu etki, özellikle cami planlarında çok güçlü ve kalıcı olmuştur.

İlk Demir Çağı ve Geç Hititler Dönemi Sanat Tarihi

 İLK DEMİR ÇAĞI VE GEÇ HİTİT






İ.Ö. 12. yüzyıl başlarında batıdan gelen Ege göçleri ile Anadolu’nun önemli kentlerinin hemen hepsi yakılıp yakılmış ve Hitit İmparatorluğu ortadan kalkmıştır. Bu imparatorluğun yıkılmasından sonra belgelere rastlanılmadığından,

Anadolu Uygarlıkları - Tarih Öncesi ve Hitit

ANADOLU UYGARLIKLARI
TARİH ÖNCESİ VE HİTİT



Eski coğrafyacıların Küçük Asya adını verdikleri Anadolu, Asya ile Avrupa arasında uzanan, üç yanı denizler ve sıradağlarla korunmuş bir yarımadadır.

İstanbul'da Bizans Sanatı

İSTANBUL’DA BİZANS SANATI




Bizans sanatı, İ.S. 395 yılında ikiye bölünün Roma İmparatorluğu’nun

Yunan ve Roma Sanatı

YUNAN VE ROMA SANATI





Anadolu, M.Ö. IŞI. binden başlayarak daha çok Doğu’dan gelen etkilere açıktı.

Kitap Sanatı

KİTAP SANATI




Yazılı ve basılı eserlerin dağılmadan saklanması, yapraklarının
yıpranmasını önlemek için yapılan koruyucu sert kapaklara “Cilt” denmektedir.
Arapça kökenli bir sözcük olan cildin dilimizdeki karışlığı kap, deri, kitap, meşin gibi hemen hemen eş anlamlı deyimlerdir.

Kur’an-ı Kerim’in en yetkin biçimde yazılıp süslenmesi, özellikle Türk sanatçılarınca ibadet gibi kabul edilmiştir. Bu nedenle zaman içinde kitap sanatlarıyla birlikte ciltçilik de gelişmiştir. Bu işi yapan sanatçılara “Mücellid” adı verilmektedir. Osmanlı sarayının maaşlı kapıkulu sanatçıları arasında mücellid sınıfı da bulunmaktaydı.

Şimdi bir cildi oluşturan ögeleri tanıyalım: Arap alfabesi ile yazılan kitaplar sağdan sola okunduğu için, üst kapak sağ tarafta yer almaktadır. Sol taraftaki alt kapak ise kitabın arka yüzünü örter. Alt kapağın uzun kenarının serbest kalan kısmına “Mikleb” denir. Ucu sivri olan bu parça, üst kapağın altına girmektedir. Miklebin hareketini sağlayan, alt kapağa bağlandığı parçaya da “Sertab” adı verilir. Bu parçanın her iki yanındaki kısma ise “Dudak” denir. “Sırt” ise kitabın dikiş kısmını örter. Sırt ile kapaklar arasındaki boşluklara da “Mukat payı” adı verilir. Kenar dikişinin kalıcı olması için elle yapılan örgü ise “şiraze” adını alır. Ciltler eskiden genellikle koyun, sahtiyan denilen keçi ve rak denan ince traşlı ceylanderisinden yapılıyor, dönemin zevkine görede içi fildişi, sedef, kaplumbağa kabuğu, kumaş ya da altın plaka ile süsleniyordu.

Bir ciltte süsleme dış kapaklara, sertab, mikleb ve kapakların iç kısmına yapılır. Sırt ise düz ve süslemesiz bırakılır. Süsleme için genelde varak altın, dikiş için de ipek iplik kullanılır. Kalıpla yapılan ciltlerde ortada şemse denen oval ya da yuvarlak bir süsleme formu bulunur. Bunun uzantılarına “Salbek”, etrafına çizilen mızrak ucu biçimindeki oklara da “Tığ” denir. Tüm bu ögeler ise bir çerçeve ile çevrelenir. Çerçeve üstündeki oval, yuvarlak parçalara ise “Kartuş” adı verilir. şemseli ciltler, deri ciltler içinde en klasik ve süslü örneklerdir. şemsenin biçimine ve yapılış tarzına göre değişik adlar alırlar.

“Soğuk şemse” denen tarz uygulanırken motifler kalıptan çıktığı gibi, deri rengi değiştirilmeksizin süsleme yapılır. “Alttan Ayırma şemse”de kabarık olarak beliren motif deri renginde bırakılır, zemin de boya ve altınla renklendirilir. “Üstten Ayırma şemse”de ise bunun tam tersi söz konusudur. Kabarık olarak beliren motifler renklendirilir, zemin deri renginde bırakılır. “Mülemma şemse”de ilginç bir uygulama olarak, zemin ve motiflerin her ikisi de altın ile süslenir. “Mülevvan şemse” adı verilen örneklerde ise kabarık olarak beliren motiflerin üzeri farklı renkte deri parçaları yapıştırılarak bezenmiştir. Bir başka süsleme türü de kağıt veya derinin dantel gibi oyularak işlenmesiyle elde edilir. Bu tür örnekler “Müşebbak şemse” adı ile anılırlar. “Kaat’ı” denilen bu süsleme biçimi, ciltlerin özellikle iç kapaklarında görülür. Cilt yapımında kullanılan bir başka yöntem de süslemenin deri üzerine ucu kör bir aletle yapılmasıdır. Bu biçimde elde edilen süsleme altın, gümüş ve boya ile ayrıca renklendirilir. Yazma tarzında yapılan ciltlerde ise süsleme, serbest fırça ile altın sürülerek tamamlanır. Aynı türün bir başka uygulaması cilt kapağının yaprak ve çiçek motiflerinden oluşan bir süslemeye sahip olduğu ve “Zerbahar” adı verilen gruptur. “Carguşe” denen cilt türünde ise, cilt kapağının çevresi deri ile kaplanır, ortada da süslemeyi oluşturan kumaş, ebru ve benzeri maddeler yer alır. Öte yandan, deri üzerine ipek ya da altın ipliklerle el işleme ciltler de yapılmıştır. Deri ve kumaş ciltlerin yanı sıra, değişik malzemelerden yapılan kitap kapları da bulunmaktadır. Bunların en önemlilerinden biri de lake, rugani ya da “Edirnekari” olarak adlandırılan türdür. Kağıtların birinin suyu ötekinin aksi yöne gelecek biçimde, istenilen kalınlık elde edilinceye değin birbirinin üzerine yapıştırılması ile oluşan kapaklara boya, ezme altın ve serbest fırça ile süsleme yapılır. Üzerine de rugani denilen ve gümüş, altın, sedef tozu karıştırılan lak sürülür.

Öte yandan, kısaca “Bağa” denilen kaplumbağa kabuğundan yapılmış kitap kapları da vardır. Mukavva taslak üzerine klasik süsleme motifleri telle belirtilir, cilt kapağı da bağa ile kaplanır. Bir başka tür ise, kompozisyonun mukavva iskelet ve pamuklu bez üzerine fildişi süslemeli parçaların yapıştırılmasıyla oluştuğu uygulamadır. Ayrıca, tahta iskelet üzerine mozaik sedef parçalar kullanılarak oluşturulmuş kompozisyonlar da vardır.

Osmanlı ciltleri içinde ise “Murassa” kitap kapları bir başka grubu oluşturur. Bu türün değerli örnekleri Topkapı Sarayı, Süleymaniye Kütüphanesi ve İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde bulunmaktadır. Bu tür ciltlerde tahta yada mukavva taslak, altın ve gümüş plaka ile kaplanır. Plakaların üstü dantel gibi oyularak ya da kıymetli taşlarla süslenir. Bu gruptaki ciltlerin sırtları genellikle altın zincirlidir. ıç kapaklarında ise altın kaat’ı süsleme bulunur.

Müslümanlığın yayıldığı bölgelerde Kur’an’ın çoğaltılması ve saklanması arzusu, çilçiliğin önemli bir sanat kolu olarak gelişmesine neden olmuştur. Her dönemin ve bölgenin kendine özgü beğenisini yansıtan motif ve düzenlemeler oluşmuştur. İslam dünyasında kaliteli ciltlerin üretildiği merkezlerden biri de Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul’dur. Öte yandan ıran’da Timurlular, Akkoyunlu Türkmenleri, Safeviler, Mısır’da Memlüklüler dönemlerinde İslam ciltçiliğin özgün ve seçkin örnekleri üretilmiştir.

15. yüzyıl, Osmanlıların en değerli cilt örneklerini vermeye başladıkları dönemdir. Ciltler yuvarlak dilimli şemseli, iri bitkisel desenli, oldukça yalın ama kalitelidir. Üç yapraklı yonca, ıtır, bulut, tepelik ve tığ sık kullanılan motiflerdir. Bu dönemde Fatih Sultan Mehmed yazdırdığı kitaplar için özel bir kütüphane, süslemeleri için de Saray’da bir nakışhane kurdurmuştu. ılk ciltçilik teşkilatı ise Bayezid zamanında (1481-1512) kurulmuştur. Evliya Çelebi bu işler için Saray’da 50, dışarıda 300 kişinin uğraştığını, Bayezid Camii çevresinde bu işle uğraşanlara ait 100 kadar dükkanın bulunduğunu söylemektedir. Bu ciltlerin bazıları altı ayda tamamlanır ve bir han ya da hamam inşaatına yetecek kadar para harcanırdı. Bir kitabın yazımı ve cilt işleri, bazen de birkaç yıl sürerdi.

16. yüzyıl Türk ciltçiliğinin klasik çağıdır. Ciltlerin şemseleri artık 15. yüzyıldaki gibi yuvarlak dilimli olmayıp, beyzi ve salbeklidir. Genellekle sarı ve yeşil olmak üzere iki değişik tonda altın kullanılmıştır. Bitkisel süslemenin ağırlıkta olduğu ciltlerde nar çiçeği, altılı çiçek, rumi, gonca gül, tığ, tepelik oldukça sık kullanılan motiflerdir.

17. yüzyılda cilt kapaklarındaki kompozisyonlarda bir çözülme başlar. Klasik motiflerin yanında yeni süslemelere de rastlanır. Köşebent ve bordür kalkmış, bunların yerine yanları ve tepeleri çıkıntılı büyük dikdörtgen şemseler belirmeye başlamıştır. Klasik düzeni koruyan örneklerde ise salbekler çok büyük boyutlarda ele alınmış ve şemseden ayrılmıştır.

18. yüzyılda sanatta görülen canlanma ciltçiliğe de yansımıştır. Kanuni dönemi (1520-1566) kitap kapları ile hemen hemen aynı değerde olan 18. yüzyıl klasik ciltlerinin yanı sıra, lake tekniğinde yapılmış kitap kapları da yaygınlaşmıştır. Bu tür örnekler özellikle Diyarbakır, Bursa, İstanbul ve Edirne’de yapılmıştır. Çiçek süslemelerinin yanında kimi örneklerde, Batı resmi anlayışında manzaralar da bulunmaktadır.

19. ve 20. yüzyıllarda cilt süslemelerinde pek fazla bir değişiklik görülmez. Genelde eski motifler yinelenir. Günümüzde ise büyük bir emekle ve sanatçı titizliğiyle hazırlanan klasik ciltlerin yerini, yapımı daha az uğraş isteyen modern ciltler almıştır.

Kitap sanatı başlıklı bu çalışmada biraz da yazı konusuna değinmek, bu alandaki örnekleri tanımak gerekir. Her uygarlığın kendine özgü bir yazısı olduğu bilinir. Bir uygarlık ya da toplum hakkında bilgi edinmenin baş koıullarından biri de onun yazısını tanımaktır.

İslam yazısı yeryüzündeki en yaygın yazılardan biridir. İslam dünyasının ortaklaşa geliştirdiği yazı sanatı, hemen tümüyle dini niteliklidir. Bu alanda Türklerin büyük bir hizmeti söz konusudur. Yazı tarihinde çığır açmış, bir ekol başlatmış sanatçıların çoğunlukla Türk olduğu görülür. Yazının yalnızca okunabilir olması yetmez, bir sanat dalı olarak göze güzel görünmesi de gereklidir. Öte yandan, Türk sanatında yazının dekoratif amaçla da sık sık kullanılmış olduğuna tanık oluruz. Yazı, yazma eserlerden başka kumaş, halı, çini, tahta ve taş işçiliğinde, madeni eşyada ve tuğla işçiliğinde de karışmıza çıkmaktadır. Tüm bu alanlardaki örnekler, dekoratif nitelikli de olsalar, hiç kuşku yok ki, Türklerin yazıya verdikleri önemi göstermektedir.

Bu sanat dalı yazı anlamındaki “Hat” sözcüğü ile anılır. “Hüsnihat” ise güzel, estetik kurallara bağlı, ölçülü yazmak demektir. Bu alandaki sanatçıları da “Hattat” diye tanımlıyoruz. Bu sanatı el, kalem, mürekkep gibi maddi araçların, sanatçının kişiliğindeki duygularla birleşerek oluşturdukları bir ruh olayı olarak tanımlayabiliriz. Çünkü hat sanatı konusunu doğadan değil, insan ruhundan alır. İslam dünyasında hat sanatının sınır tanımaksızın gelişmesinin bir nedeni de Kur’an’daki ayet ve Hz.Muhammed’in hadislerinin bazılarındaki güzel yazı yazmaya teşviklerdir.

İslam yazılarının ilki “Ma’kılî” yazıdır. Bu yazıda tüm harfler düz ve köşelidir. Daha sonra da bir kısmı düz, bir kısmı yuvarlak harflere sahip olan ve Kufe kentinde geliştiği için “Kufi yazı” adını alan tür doğmuştur. Hz. Osman ve Ali’nin kufi türdeki çalışması, izleyenlerde hayret uyandıracak denli başarılı bir örnektir. Hat sanatında “Aklam-Sitte” ya da “şeş Kalem” diye anılan altı çeşit yazı türü vardır. Bunlar sülüs, muhakkak, reyhanî, nesih, tevkiî ve rik’adır. Ayrıca divanî, talik ve müselsel yazı türleri de zaman içinde önem kazanmıştır. Abbasiler ise nesih ve sülüs yazı türünü benimsemişlerdir.

Selçuklularca kullanılan köşeli formların egemen olduğu kufî yazı, daha sonra Osmanlı hattatlarınca pek sevilmemiş ve terk edilmiştir. Ancak kufî yazı, yazının süsleme amacıyla kullanıldığı yerlerde, değişik çizgileri nedeniyle hep gündemde olmuştur. Giderek örgülü kufî, çiçekli kufî gibi türleri çini sanatında dekoratif motif olarak ele alınmıştır.

Türk yazı sanatı asıl parlak dönemini Osmanlı hattatları ile yaşamıştır, Daha 13. yüzyıl sonlarında altı çeşit yazının tüm kurallarını toplayarak başarı ile uygulayan kişi, Amasyalı Yakut-ül Musta’sımî’dir. Bu ustanın çıkardığı “Yakut üslubu”, zamanla tüm İslam ülkelerine yayılmıştır.

15. yüzyıl, bilindiği gibi Osmanlı sanatında tüm alanlarda bir doruk noktasıdır. Bu dönemde, hat sanatında çok önemli bir sanatçı olan Amasyalı şeyh Hamdullah’la karışlaşırız. şeyh Hamdullah, Osmanlılarda hattatlığın başlama noktası olarak kabul edilmektedir. Fatih’in şehzadesi Bayezid, Amasya’da vali iken şeyh Hamdullah’dan hat dersleri almış, padişah olunca da onu İstanbul’a getirtmiş, Saray-ı Hümayun’a hoca yapmıştır. Sülüs ve nesih yazıya en olgun biçimini şeyh Hamdullah vermiştir. Uzun süre kullanılan yeni bir ekolün kurucusu olan bu büyük usta, ailesinden de pek çok hattat yetiştirmiş, kendisi de 47 Kur’an, 1000 kadar da en’am ve murakka yazmıştır. İstanbul’daki Bayezid ve Firuz Ağa Camii kitabeleri de bu sanatçının ürünleridir.

Kanuni döneminin en başta gelen sanatçısı ise Ahmet Karahisarî’dir. Yakut’un yazı tarzını canlandırmaya çalışmış ve başarılı olmuştur. Ancak onun ölümünden sonra Türk hattatları yine şeyh Hamdullah’ın izinden gitmişlerdir.

İslam dünyasında yaygın bir söz vardır: “Kur’an Mekke’de nazıl oldu, Mısır’da okundu, fakat İstanbul’da yazıldı”. Bu, Türklerin güzel yazma yeteneğini doğrulayan bir anlatımdır. 17. yüzyılın sanatçısı Hafız Osman, Kur’an yazısını geliştirmiş olan ustalardan biridir. Hafız Osman aynı zamanda, Sultan IŞI. Ahmed ve IŞ. Mustafa’ya hat hocalığı da yapmıştır. 25 Kur’an ve çok sayıda murakka ile levha yazmış olan bu usta, en çok okunan hattat ünvanına sahiptir. Hafız Osman’ın bir özelliği de ilk kez sülüs ve nesih yazı ile hilye yazmış hattat olmasıdır.

19. yüzyılda ise Mustafa Rakım’ı “Celi sülüs” yazıyı geliştiren sanatçı olarak görürüz. Yesarizade Mehmet Esat ve oğlu Mustafa ızzet Efendi ise ötekilerden farklı olarak, talik yazıyı tercih etmişlerdir. Sami Efendi de Türk talik ustası olarak ün yapmış bir hattattır. Bu değerli ustanın öğrencileri olan Nazif Efendi, Necmettin Okyay , Hulusi Yazgan, Kemal Batanay onun yolunda çalışmalar yapmış, ölümsüz yapıtlar vermişlerdir.

Osmanlı devletinin resmi yazısı divanî yazı idi. Padişah fermanları, devletin resmi kararları, hep bu yazı türü ile yazılmıştır. Bu yazıda harfler kesintisiz ve birbirine bağlı olduğundan, araya eklenti yapmak ve değiştirmek olanağı yoktur. Osmanlıların günlük yaşamda kullandıkları ve divanî yazıya benzeyen tür ise rik’adır. Padişahın imzası niteliğini taşıyan tuğraların gelişimi de, yazı sanatınınkine paralel olmuştur. Her padişahla birlikte tuğranın yalnız metni değil, formu da az ya da çok değişiklik göstermiştir. Tuğralar, “Tuğrakeş” adı verilen ustalar tarafından yazılıyordu.


Nur Taviloğlu - Sühendan Temeller - Muammer Ülker
istabbul.edu.tr

Kitap Sanatı

KİTAP SANATI




Yazılı ve basılı eserlerin dağılmadan saklanması, yapraklarının

Maden Sanatı Tarihi

MADEN SANATI





Türk maden sanatının uzun bir gelişim süreci vardır. Orta Asya’dan başlayan bu gelişim, Büyük Selçuklular ve Anadolu Selçukluları ile sürer ve Osmanlılara kadar uzanır. İslam maden sanatı içinde Büyük Selçuklu dönemi, gerek yapım tekniği gerek form bakımından öncü tiplerin ortaya çıktığı bir evredir. Büyük Selçukluların maden sanatı konusunda verdikleri ürünler, dünya müzelerindeki kolleksiyonlar arasında önde gelen örneklerdir.

Anadolu Selçukluları döneminden ise, öteki sanat dallarından farklı olarak, çok az madeni yapıt günümüze gelmiştir. Kalanlardan da gerek teknik gerek malzeme bakımından Büyük Selçuklu geleneğinin sürmüş olduğu anlaşılmaktadır. Bu dönemin malzemesi genelde tunçtur. Rölyef ve kabartma teknikleriyle değişik formların denenmiş olduğu görülmektedir. Tümüyle kıvrık dal ve yaprak süslemeli yüzeyler, bağlantı ve destek yerlerinde kullanılan hayvan başları, Selçuklu süsleme tarzının maden üzerinde de sevilerek kullanılmış olduğunu gösteren özelliklerdir. Bu döneme bir örnek olarak Beyşehir Eşrefoğlu Camii’nde bulunmuş olan yuvarlak karınlı Cami Kandili (1280), Ankara Etnografya Müzesi) verilebilir. Bu yapıt, aynı zamanda Nusaybinli olduğu belirtilen ustanın adını da taşımaktadır. Ortaçağ Anadolusu’nda güneydoğu gelişmiş bir bölge idi. Artuklulara ait pek çok bronz yapıtın, 12. ve 13. yüzyıl maden sanatı içinde ayrı ve önemli bir yeri vardır. Bu dönemde malzeme tunçtan pirince dönmüştür. Ayrıca kazıma tekniği, gümüş ve bakır kakma figürlü kompozisyonlar, özellikle de figürlü kufâi yazının olağan üstü örnekleri bu dönem içinde toplanmaktadır.

Osmanlıların Anadolu’da yeni bir güç olarak ortaya çıkışı ile Türk maden sanatında tümüyle farklı bir dönem başlamıştır. Politik gelişim ve değişimin yanında, bu yeni karakterin oluşumunda kazanılan topraklarla zenginleşen malzemenin de büyük katkısı olmuştur. Güçlü Osmanlı yönetimi, çeşitli sanatlardaki gelişimi bir saray okuluna bağlamayı bilmiştir. Farklı malzemelerdeki ortak özellikler bunu doğrulamaktadır.

15, 16 ve 17. yüzyıllar, maden sanatında “Klasik dönem” olarak adlandırılır. Erken dönem ise, yeni form ve yapım tekniklerinin kullanıldığı, Osmanlı karakterinin belirtilmeye çalışıldığı bir arayış olarak nitelenebilir. 15. yüzyılın ikinci yarısında, tüm sanatlarda olduğu gibi madende de ortak bir özellik oluşmaya başlar. Değişiminde önemli bir nokta da Balkanlar’ın alınmasıyla zengin gümüş yataklarının ele geçirilmesi ve bu malzemenin kullanımının artması olmuştur.

Osmanlı karakterinin belirdiği ilk ürünlerden biri de Fatih Camii’nden müzeye geçen gümüş altın yaldızlı Cami Kandili’dir (Türk ve İslam Eserleri Müzesi). Memlük formundan alınmış bu örnekte, delik işi diye adlandırılan ajurun açıldığı bölümler dışındaki yüzeyler, hafif kabartma olarak, kıvrık dal, yaprak ve hatayi süslemelidir. “Kumlama” adı verilen noktalanmış, hafif çökertilmiş zemin ilginç bir özelliktir. Delik işi bölümlerde ise yalnızca rumi süslemeye rastlanır. Bu, Herat okuluna bağlı bir süsleme tarzıdır. Burada, Doğu’dan ve Balkanlar’dan gelen sanatçıların İstanbul’da oluşturdukları, sentez niteliğindeki saray okulunun değişik bir yönü ile karışlaşılmaktadır.

İnanılmaz zenginlikte dönüşler yapan yapraklar, dört yapraklı yoncalar, 15. yüzyıl ikinci yarısının özellikleridir. Bu tür süslemenin değişik bir görünümüne, yer yer altın yaldızla zenginleştirilmiş Gümüş Tas’ın (Özel Koleksiyon) kabartmalarında da rastlamaktayız. Hayvan figürlerinin de süslemeye katıldığı bu örneğin ilginç bir yönü de Bayezid’in tuğrasını taşıyor olmasıdır. Balkanlar’dan gelen sanatçılarla gelişen işçilik, bu tür örneklerde hemen göze çarpmaktadır. Bu dönemde Sırbistan’daki zengin gümüş bölgesi Novo Brado’dan ve öteki kentlerden bir grup sanatçının saraya gelmiş olduğu biliniyor. Bu yolla Osmanlı süsleme tarzı ile Balkan gümüş işçiliğinin birleştiği yetkin ürünler verilmiştir.

Memlük formları bu dönemde ayrıca şamdanlarda da kullanılmıştır. Dip kısmı geniş, Memlük örneklerinden farklı biçimde daha yüksek ve yukarı doğru belirgin olarak daralan gövdenin üzerinde boğumlu boyun kısmı ve geniş mumluk yer alır. Büyük ölçüdeki bu örnekler daha çok, “Mihrap şamdanı” olarak adlandırılmaktadır. Bu tür örnekler için çok malzeme gerekiyordu. Bu nedenle bakır ve pirinçten olanların sayısı daha fazladır. Dini yapıtlar içinde bulunduklarından, süslemeleri de çok azdır. Kimi örneklerde ise vakfedenin adını ve vakfedildiği yeri belirtilen dekoratif yazılara da rastlanmaktadır.

16. yüzyılda, gümüşün yanı sıra bakır yapıtlarda da süslemeye rastlamaktayız. Bu malzeme ile yapılmış örneklerde, kademeli olarak kıvrık dal ve yaprakların üzerinde lotus ile palmetler yer alır. 16. yüzyıl başlarına tarihlenen bakır üzerine kazıma tekniğindeki Tencere’de (Topkapı Sarayı Müzesi) bakır ürünlerin çarpıcı teknik görünümlerinden biriyle, zeminin yatay çizgilerle doldurulmasıyla karışlaşmaktayız. ıç içe gelişen geometrik yüzeyler içindeki bu süslemenin değişik örneklerini kahve tepsilerinde de buluyoruz. Kahve tepsileri ayrıca, Osmanlı maden ustalarının çok sevdiği balık motifi ile de zenginleştirilmiştir.

Bakır, Osmanlı maden sanatı içinde en çok kullanılmış olan malzemedir. Anadolu’da zengin bakır yatakları bulunmaktadır. Ergani-Maden, Kastamonu-Küre ve Karadeniz’de Osmanlılardan önce de işletilen bakır ocakları, bu dönemde de aynı hızla çalıştırılmıştır. Buna bağlı olarak da madenciler esnaf teşkilatı içinde geniş bir yer edinmişlerdir.

16. yüzyıl sonu ve 17. yüzyıl başından kalan yapıtların çoğunluğu ise gümüştendir. Bu yapıtlarda, keramik alanındakilere benzer formlar görülür. Bu arada maşrapa, ibrik, sürahi gibi öncülüğünü madeni eşyanın yaptığı örnekler ortaya çıkmıştır. Bir yandan da erken dönemin süsleme anlayışı sürmektedir. Yalnız belirtilmesi gerekli önemli bir durum daha vardır: Osmanlı ustası, hep yeni ve değişik bir form arayışı içinde olmuştur. Değişik formlar arasında sayabileceğimiz bir tür de buhurdanlardır. Buhurdanlar, aşağı doğru genişleyen ayak, kulp ve küresel gövdeden oluşur. Kubbemsi gövde kapağı, buhurun yayılması için delik işi dediğimiz teknikle oluşturulmuş, 17. yüzyıl boyunca da yalın çizgilerle elde edilen rumi ve palmetlerle süslenmiştir. 16. yüzyılda örnekleri görülen yüksek mihrap şamdanları, 17. yüzyılda da sevilen bir form olmuştur. Bir başka şamdan tipi ise, yine 16. yüzyılda görülen ama 17. yüzyılda çok popüler olan “Lale şamdanları”dır. Lale şamdanların çok kollu olan örnekleri de bulunmaktadır.

17. yüzyılda özellikle gümüş yapıtlar üzerinde zengin süslemeye rastlıyoruz. Tezhip süslemesi benzeri kıvrık dal, hatayi rozet ve yapraklardan oluşan bir kompozisyonla doldurulmuş dilimli madalyonlar, şemseler, dizi çiçek ve yapraklardan oluşan şerit süsler, bu zenginliği arttıran özelliklerdir. Bu denli yetkin ve uyumlu bir düzenleme de ancak, saray okulunun varlığı ile açıklanabilir. Gümüş üzerine altın yaldızın kullanıldığı, şadırvanın yanı sıra kuş kafesini de anımsatan Buhurdan (Türk ve İslam Eserleri Müzesi), yukarıda sözünü ettiğimiz zengin süslemenin tipik bir örneğidir. Aynı nitelikleri, Sultan I. Ahmed Türbesi’nden getirtilen Gümüş Rahle’de (Türk ve İslam Eserleri Müzesi) de görmekteyiz. Bu yapıtta, bir Osmanlı sultanına yaraşır asalet söz konusudur. Rahlenin üzerinde Sultan Osman tarafından babasının türbesine vakfedildiği yazmaktadır (tarih 1618).

Kumaş, çini, tezhip, işleme ve ahşabın oluşturduğu klasik Osmanlı süsleme sanatı içinde, maden sanatında farklı bir durum hemen dikkati çekmektedir. Tüm bu dallarda 16. yüzyılın ikinci yarısında gelişen natüralist süsleme, maden sanatında birkaç örnek dışında pek görülmez. Bu alanda natüralist süsleme, ancak 18. yüzyılda gelişmiştir.

1698 tarihli Gümüş Bakırdan (Türk ve İslam Eserleri Müzesi) döneminin son yapıtlarından biridir. Yuvarlak kubbe biçimli kapak formu sürmektedir, ama yapıtta aynı zamanda yeni bir anlayışın ilk belirtileri de göze çarpmaktadır. Bu da yavaş yavaş kendini göstermeye başlayan Avrupa etkisidir. Bu dönemde Avrupa ile ticaret gelişmiş, birçok Avrupa eşyası Osmanlı ülkesine girmiştir. Bunun sonucu olarak da süsleme ve formlarda değişik özellikler ortaya çıkmıştır. Öte yandan, maden sanatının kendi içindeki gelişimi de sürmektedir. 18. yüzyılda süsleme repertuarı tümüyle değişmiş, yapıt sayısı çoğalmış, malzemede de ağırlık bakıra kaymıştır.

Bakır, kalaylandığı zaman gümüşe benzemesi, temizlemedeki kolaylığı ve sağlıklı olması nedeniyle Türk mutfağının vazgeçilmez malzemesi olmuştur. Türk yemek kültürüne özgü bir tip de sinilerdir. Topkapı Sarayı Müzesi’ndeki, 18. yüzyılı ait Sini’nin yuvarlak yüzeylerde kullanılan bir düzenlemenin sonucu olarak üç bölüme ayrıldığı görülür. Ortadaki madalyonda ise, Osmanlının çok sevdiği bir motif olan “Mühr-ü Süleyman” yer almaktadır. Bu altı köşeli motifin kökeni çok eskilere dayanmaktadır. Yiyecek ve su ile ilgli formların çoğunda göbek motifi olarak kullanılmıştır. Bir başka inanca göre de Mühr-ü Süleyman motifi dayanıklığın sembolüdür.

Osmanlı maden sanatı içinde en çok kullanılmış olan formlardan biri de ibriklerdir. Su ibriği, abdest ibriği gibi değişik adlar alırlar. Bu arada 18. yüzyıl içinde servi, lale, nar gibi natüralist motifler de süslemeye girmeye başlar. 18. yüzyılın bir başka formuda lengerlerdir. Derin orta kesimi ve yayvan geniş açılan kenarı ile bu bakır tabakların çapı 25-40 cm. arasındadır. Daha çok, bir servis tabağı niteliği taşırlar. Orta kısım, çoğu örneklerde dekorsuzdur. Bazen de Mühr-ü Süleyman motifi yer alır. Bütün süsleme ise, kenar bordürü üzerinde yoğunlaşır.

Kahve tepsileri ise form olarak fazla değişiklik göstermemelerine rağmen, yüzyıllara göre değişen süslemeleri ile zengin bir repertuara sahiptirler. Bereketi sembolize eden balık motifi, kahve tepsilerinin değişmez süslemelerinden biridir. Türk kahve kültürünün önemli bir ögesi de değirmenlerdir. Pirinç silindirik gövde ve kazıma tekniğindeki stilize yaprak süslemeye sahip değirmenlerin, kahve ile ilgili dizeler içermeleri açısından, etnografik yönleri de ağır basar:

Ehl-i keyfin keyfini ne tazeler

Taze elden pişmiş, taze kahve tazeler.

Bu örnek,değirmenlerde yer alan ve çok bilinen dizelerden biridir. Değirmenlerin ilk örneklerini, 18. yüzyıl sonuna doğru bulmaktayız. Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan demirden yapılmış küçük Kahve Değirmeni ise, değişik tekniği ile farklı bir görüntü sunmaktadır. Gümüş kakma süslemelerinin yanı sıra altın kakma “Fikri” yazısı da ya sahibini, ya da ustasını belirtiyor olsa gerek...

18. ve 19. yüzyıllarda çok sık görülen bir süsleme tekniği de altın yaldızdır. Bu süsleme tarzı, “Tombak” olarak adlandırılmaktadır. 16. ve 17. yüzyıllarda da örnekleri görülen bu süsleme, bakır ya da pirinç üzerine cıva oksitle yapılan altın kaplama biçimidir. Altın, cıva oksitle karıştırılarak bakır ya da pirinç üzerine sürülür. Isıtılan altın, yüzey üzerine geçirilmiş olur. Teknik güçlüklerine ve yapımı sırasındaki zehirleyici özelliğine rağmen, altından ayırt edilemeyişi nedeniyle zengin sınıfın tombak yapıtlara çok rağbet ettiği anlaşılıyor. Türk ve İslam Eserleri Müzesi’ndeki Tepsi bu teknikle yapılmış, artık tümüyle yerleşmiş olan Avrupa süsleme anlayışını da yansıtmaktadır. Bu dönemde Rokoko süsleme herkesin beğenisini kazanmıştır. Kazıma tekniğindeki yaprak ve çiçekli dallar tepsiyi çevreliyor. Süslemeli bir madalyon içine yazılmış kitabe ise, 1784 tarihini veriyor. Bu tür süsleme, yeni giren formlarla birlikte 19. yüzyıl boyunca sürmüştür. Klasik armudi gövdeli gümüş gülaptan da tümüyle değişmiştir. Yalnız kaidesi, ayağı ve süslemeleri ile aynı geleneği sürdürmektedir. Sultan IŞ. Mahmud’un kızı Adile Sultan tarafından kocasının türbesine vakfedilen yapıt, üzerindeki Abdülaziz tuğrası ile 19. yüzyıl ikinci yarısına tarihlenmektedir. Bu dönemde klasiğin yanı sıra, yeni formlar da denenmiştir. Üç ayaklı tepsili buhurdanlar, bakır üzerine tombak işleri, süslemenin tümüyle değiştiğini gösteren örneklerdir.

Abdülmecid döneminde tarihlenen altın yaldızlı bir Tunç Musluk (Türk ve İslam Eserleri Müzesi) örneğinde, bu süsleme tarzının değişik bir form üzerinde nasıl kullanılmış olduğu görülmektedir. Öte yandan, ilerleyen zaman içinde askıları da değişik bir tür olarak görüyoruz. Askılar, keramik ya da çeşitli madenlerden yapılır, kıymetli taşlarla süslenir ve türbe, cami ya da saray odalarının tavan ve kubbelerinde, taht tavanlarında süs olarak kullanılırdı. Bu dönemde ayrıca mine tekniğinin kullanılmış olduğu leğen ve ibriklerden oluşan bir grup yapıta daha rastlanmaktadır. Bu tür örnekler İstanbul kökenli olabildiği gibi, bu tekniğin çok gelişmiş olduğu Diyarbakır yöresinde de yapılıyordu.

Kısaca gördüğümüz gibi maden sanatı, form, teknik ve değişen malzemeler içinde her yüzyılda farklı görünümlere bürünmüştür. Bu alanda son olarak belirtilmesi gereken bir durum da yapıtların hiç aşırıya kaçmayan mütevazi bir zevkle yapılmış olmasıdır.

 Tarcan Yılmaz
 istanbul.edu.tr

Perşembe, Ocak 16, 2014

20. Yüzyıl Sanatı

YİRMİNCİ YÜZYILIN SANATI


Bu makaleye ek olarak: Görüyoruz ki sanat denilen kavram zaman içerisinde,

18. ve 19. Yüzyıl Batı Sanatı

18. ve 19. YÜZYIL BATI SANATI




Ünsal Yücel

17. yüzyılda doğan Barok üslup, hayli değişmiş olarak 18. yüzyılda da varlığını sürdürmüştür. Barok sanatın gölge-ışık karıştlığına dayanan çarpıcı, içe işleyici dramatik etkisi giderek kaybolmuş ve yerini yumuşak hatta biraz gevşek bir üsluba bırakmıştır. Bu, seyirciyi etkilemekten çok oyalayan, göz alıcı ama o ölçüde yüzeysel bir üsluptur. Resimsel nitelikler zayıflamış, dekoratif, süslemeci bir işlev ön plana geçmiştir. Bu dönemin saray ve köşklerinin iç dekorasyonu ve mobilyaları da bu yeni üslubu yansıtmaktadır. Sanat tarihçileri, bitkisel bezemelerin ve duvarları kaplayan resimlerin göz oyalayan, tasasız ve yaldızlı üslubunu “Rokoko” diye adlandırmışlardır. Bu sözcük, Fransızca rocaille sözünden gelmektedir. Rocaille, çürük yapılı taşların harçla karıştırılmasıyla oluşturulan yapay kayalıklara verilen addır. Bunun bir örneği, İstanbul’da Emirgan Korusu’ndaki büyük havuzun kenarında görülebilir. Fransız Rokoko ressamı Fragonard’ın Saint-Cloud’da Eğlence (Banque de France, Paris) adlı resmi, o dönemde saray çevrelerinin çok hoşlandıkları bu tür bir parkı ve park yaşantısını başarıyla yansıtmaktadır.

Siyasal ve ekonomik durum bozuldukça, saray bu tür açık hava eğlentilerine daha çok yönelmiş, tıpkı bizim Lale Devri’nde olduğu gibi, sorunları halkın gözünden uzaklaştırmak için dedikodulu mesire eğlenceleri alıp yürümüştür. Bu dönemde göz alıcı giysili hafif meşrep hanımların, peruklu, fraklı çapkın erkeklerin gönül ilişkileri günlük yaşamın olduğu gibi sanat yapıtlarının da başlıca konusu haline gelmiştir. Dönemin portre sanatı bile bu beğeniye uymuştur. Boucher’in Madam Pompadour Portresi (Victoria and Albert Museum, Londra) Fransa Kralı’nın şatafatlı giyimi aşırı makyajıyla bir taş bebeği andıran metresinin salt fiziki güzelliklerini yansıtmaktadır. Barok resim sanatındaki kişinin dış görünüşü kadar iç dünyasını da yansıtan portrelerden çok farklıdır.

Sanatın dekorasyona kayması, sadece bir süsleme ögesi olarak görülmeye başlaması, aslında sakıncalı bir tutumdur. Sanatın anlatım olanaklarını alabildiğine kısıtlar, onu gerçeklerden koparıp yavanlaştırır. Bu yüzden kimi sanat tarihçileri, resmin bezemeye, heykelin porselen biblolara dönüştürüldüğü Rokoko sanatını bir çöküş üslubu diye tanımlarlar. Yine de özellikle Fransa sarayı ve soylular çevresinin bazı yetenekli ressamları bu üslubu da özgün bir sanat düzeyine çıkarmayı başarmışlardır. Bu sanatçılardan biri de Fragonard’dır. Salıncak (Wallace Koleksiyonu, Londra) adlı yapıtında bir park köşesinde çapkınca eğlenen bir çift görülmektedir. Hanımın fırlayan pabucu, açılan eteği bu dedikodulu yaşama ince bir nükte katmaktadır.

İtalyada Rönesans Sanatı

İTALYA’DA RÖNESANS SANATI

Rönesans, Orta Çağ ve Reformasyon arasındaki tarihi dönem olarak anlaşılır. 15 - 16. yüzyıl İtalya’sında batı ile klasik antikite arasında sanat, bilim, felsefe ve mimarlıkta bağın tekrar kurulmasını sağlayan, Antik Yunan filozof ve bilimadamlarının çalışmalarının çeviri yoluyla alındığı, deneysel düşüncenin canlandığı, insan yaşamı (hümanizm) üzerine yoğunlaşıldığı, matbaanın bulunmasıyla bilginin geniş kitlelerle paylaşımının arttığı ve radikal değişimlerin yaşandığı dönemdir.

-----



Nurhan Atasoy - Uşun Tükel

Rönesans, sanat ve kültürle ilgilenen herkesin sık sık karışlaştığı sözcüklerden biridir. İtalyanca rinascimento sözcüğünden kaynaklanan bu terim, dilimizde “yeniden doğuş” anlamına geliyor. Rönesans genelde, 14-16. yüzyıllarda İtalya’da klasik modellerin etkisi ile sanat ve yazı alanındaki canlanış olarak tanımlanır. Daha 1550’de, sanat tarihçiliğinin öncüsü sayılan Giorgio Vasari (1511-1574), sanat alanındaki bu canlanışı tanımlamak için “rinascita” sözcüğünü kullanmıştır. Ama deyim bugünkü anlamda kullanımını, büyük oranda Jacob Burchardt’ın ilk kez 1860’da basılan “ıtalya’da Rönesans Kültürü” adlı yapıtına borçludur. Rönesans, Burchardt’ın da değindiği gibi, ıtalya’da yalnız sanat alanında görülmez; sosyal yaşantının bütün dallarındaki hareketliliği, canlanışı içerir.

Rönesans günümüzde klasik Avrupa sanatını başlatan dönem olarak benimseniyor. 15. yüzyıla değin Avrupa’da Ortaçağ’ın sembolik dünya görünüşü egemendi. Soyut, tartışmaya kapalı bir düşünce sistemi söz konusuydu. Bu durum, doğal olarak sanata da yansımıştı. Daha da önemlisi, Ortaçağ’ın sanat dalları arasında Güzel Sanatlar diye adlandırdığımız resim ve mimari yer almıyordu. Ortaçağ’ın “Yedi Sanat”ını (Trivium ve Quadrivium) Diyalektik (mantık), Gramer, Retorik (söylev sanatı) ve Aritmetik, Geometri, Astronomi, Armoni (genel anlamda müzik sanatı) oluşturmaktaydı. Resim  ise zanaatla ilgili görülüyor, bu alanlarda çalüşanlar da zanaatçı olarak adlandırılıyordu.


Brunelleschi’nin çağdaşı Leon Battista Alberti de (1404-1472) kuramsal çalışmalar yapmış bir mimardır. “De Re Aedificatoria” adlı kitabı, mimari alanındaki en önemli çalışmalardan biridir. Üstelik Alberti’nin kuramsal çalışmaları mimariyle de sınırlı kalmamış, sanatçı aile düzeni, yemek adabı gibi sosyal konularda da yazılar yazmıştır. Yapımına 1458’de başlanan Palazzo Pitti (Pitti Sarayı) adlı yapıda, tarihçiler hem Brunelleschi’nin hem de Alberti’nin çalıştığını kabul ederler. Palazzo Pitti, cephe düzeniyle tipik bir Rönesans sarayıdır. Pencerelerin üzerindeki yuvarlak Rönesans kemerleri, üst katlarda da aynı düzenin uygulanmış oluşu, bu dönemde saray cephelerinin genel özellikleridir. Öte yandan alttan yukarı doğru, katlarda hafifleme etkisi sağlayan taş işleme tarzı, dikkati çeken bir başka özelliktir.

Alberti varlıklı bir ailedendir. Floransa’da yaptığı Palazzo Ruccelai (yak.1446) de kentin varlıklı ailelerinden Ruccelailer’in sarayıdır. Yapı o dönemde aynı zamanda kent meclisi olarak da kullanılıyordu. Bu tip yapılar, dönemin politik havası nedeniyle yarı yarıya tahkim edilmiş bir görüntü sunuyordu. Küçük pencerelerin bulunduğu dışarıya hayli kapalı ilk katta, yalnızca koruyucular ve silahlı askerler barınmaktaydı. Alberti bu yapıda Roma Colosseum’daki gibi, farklı düzenlere yer vermiştir. Klasik çağ mimarisinin düzenlerinden Dor giriş katında, ıon ilk katta, Korinth ise ikinci katta uygulanmıştır.


Görsel bir denge, sıkı bir düzen anlayışı ve uyumlu oranlar, Rönesans mimarisinin temel ilkeleriydi. 15. yüzyılın başından itibaren resimde de de bunlara benzer yeni değerler ortaya çıkmaktaydı. Daha 14. yüzyılın başında Giotto (1266/7 ya da 1276-1337) Assisi ve Padua’da yaptığı fresklerle Ortaçağ’ın yüzeysel, şematik resim anlayışını kırıyor, mekan, hacim ve anlatım konusunda yeniliklerle dolu düzenlemelere varıyordu.

15. yüzyılın başında kimi ressamlar, derinliğin perspektifle verilmesi konusunda ciddi çalışmalar yapmaya başlamışlardır. Paolo Uccello (1396/7-1475) ve Andrea Mantegna (1431-1506), bu sanatçılar arasında hemen akla gelenlerdir. Uccello’nun San Romano Bozgunu (1454/7 arasında üç tane: Uffizi, Londra National Gallery ve Louvre) diye bilinen resimleri, perspektif olanaklarının araştırılması konusunda çeşitli deneyler sunar. Arkaya doğru giden yollar ve mızraklar, yerdeki kırık silahlar, yatan asker, hepsi resimde uygulanan perspektif örnekleridir.


ıki matematik kitabı yazmış, birçok geometri ve çizim çalışması yapmış olan Piero della Francesca da (1410/20-1492) kuramsal ve pratik denemeleri bir arada sürdürmüştür. Sanatçı resmin yapısının düzenlenişi, figürlerin yerleştirilişi konusunda bir mimar titizliğiyle çalışmıştır.

Rönesans’ta yalnızca perspektif ve kompozisyon sorunlarıyla uğraşan sanatçılar yoktur. Renkçilik de önemli bir ekol oluşturmuştur. Rönesans’ın renk ustaları olarak bilinen sanatçılarsa, Venedik’teki Bellini ailesidir. Baba Jacopo ve oğulları Gentile ile Giovanni Bellini, rengin atmosferik etkilerini sergileyen yapıtlar vermişler, daha sonra en olgun anlatımını Tiziano ve Giorgione’de bulacak olan renkçi okulun kurucuları olmuşlardır. Bu arada Gentile Bellini 1479-81 arasında İstanbul’da kalmış ve Fatih Sultan Mehmed’in portresini yapmıştır. Öte yandan Botticelli’de (yak.1445-1510) görüldüğü gibi, güzellik ve zerafet de Rönesans’ın önemli özellikleri arasında yer alır.


15. yüzyılın ikinci yarısından sonra Rönesans mimarlarının yeni bir takım arayışlara yöneldiklerini görüyoruz. Bunların başında da esinini ılkçağ’ın yuvarlak planlı yapılarından (tholos) alan merkezi planlı tasarımlar gelir.

Merkezi planlı yapıların en tipik örneği ise Bramante’nin (1444-1514) Roma’da yaptığı Tempietto’dur (Yapımına 1503’te başlanmıştır). Etrafı sütunlarla çevrili, üstü kubbe ile örtülü yuvarlak planlı bu yapı, Rönesans döneminde bir hayli ün kazanmıştır. Bu tür yapılar o dönemde son derece gözde idi. Bu planda bir yapıya Raphaello’nun (1483-1520) Meryem’in Nişanı adlı ünlü resminde de rastlıyoruz. Böylesi yuvarlak planlı yapılar genellikle bir meydanda, kentin ortasında caddelerin kesiştiği noktalarda yer alıyordu. Piero della Francesca atölyesine ait olduğu kabul edilen bir çizimde de (Urbino Sarayı), Rönesans kent planlaması ve perspektif konularının yanı sıra, ortada yer alan bu tür bir yapı da hemen göze çarpmaktadır.

Sanat alanındaki bu büyük gelişmenin bir başka nedeni de sanatçı atölyelerinin ün kazanması idi. Özellikle Floransa kentindeki atölyelerde yüzlerce çırak, büyük ustaların yanında eğitim görüyor, onların ciddi ve önemli çalışmalarına katılıyor, kimi zaman da yapıtların izin verilen bölümünü tek başlarına gerçekleştiriyorlardı. Bu atölyelerden biri de ressam ve heykeltraş Verrocchio’nun atölyesi idi.

Leonardo yalnızca kompozisyon ve perspektif gibi sorunlarla uğraşmamış, bu konudaki kuramsal çalışmalarına uygulama alanı da bulmuştur. En tipik örneğini Üçlü Anna Grubu diye bilinen resminde (1510-11, Louvre, Paris) gördüğümüz “hava perspektifi”, onun resim sanatına katkıları arasındadır. Figürlerin arkasında uzanan manzaranın gittikçe soluklaşması, buğulu gri bir ton alması, ustanın bu buluşunun ürünüdür. Böylece o zamana kadar yalnızca çizgi perspektifiyle sağlanan derinlik, Leonardo’nun “sfumato” diye tanımladığı bu yeni buluşla daha inandırıcı bir boyut kazanmıştır.

Leonardo örnek bir Rönesans sanatçısıdır. Yalnızca resim, onun çalışma ve araştırma arzusunu doyurmamış, sanatçı hemen her konuda araştırma yapma, yeni bir şeyler bulgulama isteğiyle yaşamıştır. Anatomi, botanik, mekanik, kent planlaması, meteorolji, astronomi, mimari, silah tasarımcılığı onun ilgi alanlarını oluşturmaktaydı. Uçuş konusundaki araştırma ve tasarımları ise bir tutku halini almıştı. Onun ayrıca Haliç için bir köprü tasarımı, ıtalya’daki Arno nehrinin yatağının değiştirilmesi ve kanal yapımı konusunda çeşitli projelerde yaptığını biliyoruz.

Kaynak: istanbul.edu.tr

İtalya Dışında Rönesans Sanatı

İTALYA DIŞINDA RÖNESANS SANATI




Nurhan Atasoy - Uşun Tükel 

Rönesans diye tanımladığımız düşünce biçimi, ana hatlarıyla 15. yüzyılın başından itibaren tüm Avrupa’da etkili olmuştur. İtalya’da 15. yüzyıl başında Masaccio’nun resimleriyle kendini duyurmaya başlayan Rönesans üslubu, temelinde yatan klasik kültür ve düşünce doğrultusunda en olgun anlatımını ıtalyan sanatçıların yapıtlarında bulmuştur. Bunun yanında, 15. yüzyıldan başlayarak ıtalya dışında da Rönesans üslubunun ana özelliklerinden biri olan “Natüralizm” gelişmeye başlamıştır. Sanat, kuzeyde Gotik üslup yoluyla şematik ve sembolik bir anlatıma yönelmişti. Oysa şimdi nesneleri gerçeğe uygun bir biçimde resimleme anlayışı doğmuş, sanatçılar resimlerine doğaya uygun, yani “Natüralist” anlayışı benimsemişlerdir. Natüralist anlayışla her şey doğada olduğu gibi, insan gözünün gördüğü gibi betimlenir. Doğal olmak, doğaya benzemek temel ilkedir.

Rönesans üslubunun ıtalya dışındaki gelişimini belirleyen pek çok etmen söz konusu olabilir. Papalığın 1309’da Fransa’ya taşınması, bunların en önemlisidir. Papalık, 1376’ya değin Avignon’da kalmış ve 14. yüzyıl sanatı üstünde etkili olmuştur. Bu dönemde birçok sanatçı Fransa’ya gitmiş, özellikle de Avignon’da ölen Simone Martini (yak. 1284-1344) adlı ıtalyan sanatçının etkisiyle “Uluslararası Gotik” denen üslup ortaya çıkmıştır. Papalık yoluyla gelen kilise koruyuculuğunun yanında, özellikle Fransa’da 1363’te egemenlik kuran Burgundy hanedanıyla sivil patronluk müessesesi de gelişmeye başlamıştır. Bu dönemin ünlü sanat kolleksiyoncusu ve patronu Berry Dükü de Burgundy hanedanının bir üyesidir. Berry Dükü’nün koruyuculuğu altında çalışmış olan sanatçıların en ünlüleri, Limbourglu Kardeşler olarak bilinen üç sanatçıdır. Paul, Jean ve Hermann adlı bu üç kardeş, en önemli yapıtları Saatler Kitabı’nı (Musée Condé Chantilly) Dük için yapmışlardır. Bunlar, mevsimleri resimlerle anlatan takvim çalışmalarıdır. Bu kitabı süsleyen resimlerde sanatçılar, o güne kadar görülmemiş derecede zengin ve canlı bir anlatım ortaya koyarlar. Bu çalışmalar aynı zamanda gündelik olayları konu almaları ve natüralist üsluplarıyla Gotik dönemin katı, şematik, dinsel konulu kitap resimlerinden de ayrılırlar. Figürler artık Gotik resimdeki gibi tutuk, donuk değildir. Konunun gerektirdiği hareketleri serbest ve gerçekçi bir üslupla sunarlar. Genellikle konuları açık havada geçen bu resimlerin, natüralist sanatın doğaya açılmasında da önemli katkıları olmuştur.

Erken Rönesans’ta ıtalya’nın dışında en önemli sanat merkezi Flaman’dı. Başkenti Anvers olan ve bugünkü Belçika sınırları içinde bulunan Flaman ülkesi, ayrıca ticaret açısından da önemli bir merkez durumundaydı. Hareketli bir yaşantıya sahip olan Flaman ülkesinin erken dönemdeki en ünlü ressamlarından biri de, kesin adını bilmediğimiz Flamanlı Usta’dır (15. yüzyıl ortaları).

Kardeşlerden Jan van Eyck, öteki resimleriyle daha da sivrilmiş ve kuzey gerçekçiliğinin en önemli temsilcisi sayılmıştır. Onun gerçekçi anlatımını sergilediği en önemli yapıtlarından biri de gerek yüz hatlarının gerekse modelin ruhsal durumunun başarıyla verildiği Kırmızı Türbanlı Adam Portresi’dir (National Gallery, Londra).

Sanatçının bir başka önemli yapıtı da Giovanni Arnolfini’nin Evlilik Portresi’dir (National Gallery, Londra). O dönemde günümüzde nikah törenlerinden sonra çekilen fotoğrafların işlevini taşıyan ve bir tür evlilik belgesi sayılan bu resim, aynı zamanda başarılı bir iç mekan tanımlamasını da gözler önüne serer. Ayrıca ön plandaki köpek, nalınlar, pencerenin içindeki meyvalar da taşıdıkları sembolik anlamla yapıtın alegorik yönünü güçlendirirler. Yapıttaki en önemli ayrıntı arka duvarda yer alan aynadır. Bu aynada, açık kapının önünde iki kişinin daha bulunduğu, belki de evlilik yeminine şahitlik ettikleri görülmektedir.

Ghent’te doğmuş olan Hugo van der Goes (ölümü 1482) ise, van Eyck sonrası dönemin en yetenekli sanatçılarından biridir. Flaman’a yerleşmiş Floransalı tüccar Tommasso Portinari için yaklaşık 1475’te tamamladığı Altar Resmi (Uffizi, Floransa), yalnız onun değil, aynı zamanda erken Flaman sanatının da en başarılı örneklerinden biridir. İtalyan sanatçıların görkemli anlatımına yaklaşan figürler, bunların kompozisyon içinde yerleştirilişi ve zengin renkler, ilk bakışta göze çarpan özelliklerdir.

Duru, sakin anlatımlı portreler, iç mekanın tanımlanışı ve buna bağlı olarak çizgisel perspektif denemeleri, arka planda manzaranın titiz bir gözlem sonucu ayrıntılı biçimde verilişi, kuzey resminin temel özellikleridir. Bütün bu özellikler, Hans Memling (yak. 1430/40-1494) ve Dieric Bouts’un (yak. 1415-1475) resimlerinde açıkça görülür. Memling’in ıngiliz patronu John Donne için yaptığı resimde (National Gallery, Londra) figürlerin sakin ve ağırbaşlı duruşları, yer karolarıyla da desteklenen bir geriye gidiş, iç mekanın sütunlara doğaya açılışı, hemen dikkati çekmektedir. Aynı özellikler, Dieric Bouts’un İmparator Otto’nun Adaleti (Musées Royaux des Beaux-Arts, Brüksel) adlı resmi içn de geçerlidir. Yalnız, üst kısımda yer alan kemerler, kompozisyonu Gotik geleneğe bağlayan ayırıcı bir özellik olarak gösterilebilir. Bu yapıtta ayrıca, kuzey resminde kumaş dokusunun ne kadar incelikle verildiğine bir kez daha tanık olunmaktadır.

Flaman dışındaki kuzey resminin ilginç bir örneği de ısviçreli Konrad Witz’in (1400/10-1444/6) Mucizevi Balık Avı (Musée d’Art et d’Histoire, Genova) adlı altar kompozisyonudur. Genova’daki St. Peter Katedrali’nin altarı için yapılan bu resimde de Jan van Eyck’ta görülen gerçekçiliği bulmaktayız. Sanatçının gerçekçi yaklaşımı o boyuttadır ki, titizlikle resimlediği göl kenarını günümüzde de tanıyabiliyoruz. Witz kitleleri resim düzlemine yerleştirişi, doğayı algılayışıyla van Eyck’tan ayrılır ve Floransalı çağdaşı Masaccio’ya yaklaşır.

Tyroller’de yaşamış, coğrafi konumu nedeniyle Alman Gotiği ile ıtalyan Rönesansı arasında kalmış olan Michael Pacher (yk. 1435-1498) ise, resimlerinde derinden etkilenmiş olduğu Mantegna’nın üslubuna benzer bir anlatımı benimsemiştir. Ancak, Mantegna’nın antik, pagan konulu resimleri yerine dinsel konulu resimler yapmıştır.

Öte yandan, aynı dönemde Almanya da önemli bir sanat merkezi durumuna gelmişti. Yeni bir resim anlayışı gelişmeye başlamış, bu da özellikle Schongauer ve Lochner’in resimlerinde ortaya çıkmıştır. “Stil Galante” denen ince, yumuşak ve zarif bir resim üslubu gelişmiştir. Colmarlı sanatçı Martin Schongauer (ölümü 1491) hakkında ilk kayıtlar 1465 yılına aittir. En ünlü resmi Gül Bahçesinde Meryem (St. Martin, Colmar) ile bu üslubun tipik örneklerinden birini veren sanatçının anlatımı, aşırı bir süslemeciliğin yanında figürlerin verilişindeki yumuşaklık ve canlı renklerle de dikkati çeker.

Albrecht Dürer (1471-1528) yalnız yapıtlarındaki üslup açısından değil, aynı zamanda araştırıcı kişilik ve düşünce yapısıyla da gerçek anlamda bir Rönesans sanatçısıdır. Babasının atölyesinde kuyumculuk yapan, daha sonra da gravür ve kitap süslemesi alanında çalüşan sanatçının kazandığı beceri, gençlik dönemi yapıtlarında görülebilir. İtalya’ya yaptığı gezilerde hümanist Rönesans düşüncesi ve sanat yapıtlarıyla tanışan Dürer, dinmeyen bir enerjiyle çok yönlü bir sanat yaşamı sürdürmüştür. Leonardo’nun çalışmalarına benzer hayvan etüdlerinin yanında, doğa araştırmaları da yapıtları arasında önemli bir yer tutar.

İtalyan Rönesansı’ndan ne kadar etkilenmiş olursa olsun, Dürer bir kuzey sanatçısıydı. Kuzeyin anlatımcılığına en iyi örnek olarak Annesinin Portresi (Kupferstichkabinett, Berlin) gösterilebilir. Yapmış olduğu gravür çalışmalarının etkisi, çizginin üstün bir başarıyla kullanıldığı bu yapıtta kendini belli etmektedir. Hiçbir idealizasyona yer vermeyen, natüralist ve gerçekçi bir yaklaşım söz konusudur. Dürer bu yapıtta biçimsel bir güzelliği amaçlamamıştır. Çizim, gravür, yağlıboya gibi çeşitli tekniklerle çalışmış olan Dürer, sanatı konusunda kuramsal araştırmalar da yapmıştır. ınsan anatomisi hakkında çok tanınmış kitabının yanında, kent savunması ve sanattaki oranlar üstüne de çalışmaları vardır. Bu yönüyle Dürer, Rönesans döneminde tanık olduğumuz kuramcı-sanatçı kişilikler arasında haklı yerini almaktadır.

Dürer, yağlıboya resimlerinde de tipik bir Rönesans sanatçısı olduğunu kanıtlar. Birçok sanatçının resimlemiş olduğu Adem ve Havva (Prado, Madrid) figürünü çok başarılı bir anatomik kavrayışla ele almıştır. Sağlam, oranlı ve ayrıntılı bir biçimde verilmiş olan figürler, aynı zamanda Rönesans resminin temel özelliklerinden olan gölge-ışık olgusunu da sunarlar. Rönesans düşüncesi kişiyi bir Micro Cosmos (küçük evren) olarak tanımlamaktaydı. Dürer de 1506’da yaptığı Kendi Portresi’nde (Alte Pinakothek, Munich) ısa benzeri bir görünümdedir.

Buraya kadar Alman Rönesansı’nın yenilikçi, ıtalya’daki anlayış doğrultusundaki gelişimini ele aldık. Oysa Dürer’in çağdaşı, Würzburglu Mathias Grünewald’ın (yak. 1470/80-1528) resimleri, Alman sanatının bir başka yönünü gözler önüne sermektedir. Grünewald, Isenhaim Altarı diye bilinen resminde (Unterlinden Museum, Colmar) geç Gotik üslubun  yönünü tüm açıklığıyla ortaya koymuştur. Gerçi Grünewald da Rönesans’ın yeniliklerinden haberdardır, perspektif, mekanın verilişi gibi yeni arayışlara açıktır. Ama bunları, vermek istediği duygusal etkiyi yoğunlaştırmak için kullanmıştır. Ayrıca, renk de anlatımcı bir amaca hizmet etmektedir.

16. yüzyılın ortalarına doğru Cranach, Hans Baldung ve Altdorfer’le birlikte zengin bir resim ortamı doğmuştur. 1472’de doğmuş olan Lucas Cranach, 1505’te Wittenberg’e gitmiş, orada teoloji okutan Luther ile tanışmıştır. Cranach, Saksonya bölgesinin Üç Elektörö adlı yapıtında, altta kitabe halinde Luther’in yazılarına da yer vermiştir.

Hans Baldung Grien’in (1484/5-1545) Alegorik Figür (Alte Pinakothet, Munich) adlı resminde ise farklı bir güzellik anlayışını gözlemleriz. Gövdenin oranları bozulmuştur, ama bu arada erken dönemin katı, tutuk, anlatımı da yumuşamış, Baldung’un fırçasında bir akıcılık kazanmıştır.

Bu dönemin bir başka önemli sanatçısı ise Albrecht Altdorfer’dir (yak. 1480-1538). Altdorfer Avusturya Alpleri’nde dolaşmış, genellikle dağların ve vadilerin resmini yapmış, dinsel ve mitolojik konulu resimlerinde bile manzaraya büyük önem vermiştir. Altdorfer, modern anlamda ilk manzara ressamı sayılır. Konulu resimlerde manzarayı sahnenin arka planı olarak değil, kendi başına estetik güzelliği olan bir tür haline getirmiştir. Manzaraları içinde konular ve figürler ikinci derecede yer alırlar. George’un Canavarla Savaşı (Alte Pinakothek, Munich) adlı yapıtında ayrıntılı ve geniş bir doğa görünümüyle karışlaşırız. Bu görüntünün içinde figürleri seçebilmek bile çok zordur. Sanatçı öte yandan büyük manzara kompozisyonlarında kuzeyin temel özelliklerinden biri olan detay natüralizminide ihmal etmemiştir. En küçük bir dal kıvrımı, her bir yaprak, en ince ayrıntısına kadar titiz bir biçimde verilmiştir.

Alman sanatının bir başka özelliği de konuya ahlakçı bir biçimde yaklaşmasıdır. Bu özelliği öteki türlerin ( tarihsel, alegorik resimler) yanında portrelerde de buluyoruz. Ünlü ressam Hans Holbein’in Alman tüccar


Son olarak, kuzeyin bir başka ünlü ressamı Pieter Brueghel’i ele alacağız. Aslında Brueghel kuzey Manriyerizmi’nin bir temsilcisidir. Ama, kuzey resim sanatının yukarıda sözünü ettiğimiz hemen tüm özelliklerini, bu sanatçının yapıtlarında buluyoruz. Karda Avcılar (Kunsthistorisches Museum, Viyana) adlı çok ünlü resminde Brueghel, yüksekçe bir tepeden görülen geniş manzarayı başarıyla verdiği gibi, avcıların ve av köpeklerinin silüetleriyle de kuzeyin anlatımcılığını en iyi biçimde dile getirir. Sembolik anlamı olan bu formlar, yine günlük yaşamdan alınmış bir kesit içinde verilmiştir. Öte yandan, sık sık sözünü ettiğimiz detay natüralizmini de sanatçının bu yapıtında bulmaktayız. Her bir ayrıntı, Brueghel’in o kendine özgü çizgici üslubuyla verilmiştir.

15. yüzyıldan itibaren Avrupa’nın hemen tüm bölgelerini etkilemiş olan Rönesans üslubunun temel ilkeleri, 16. yüzyılın sonuna doğru bozulmaya başlar. Sağlam anatomik oranlar değişir, gölge-ışık abartılı bir hal alır. Bu niteliklerin ağır bastığı döneme sanat tarihinde Maniyerizm denir.

Kaynak: istanbul.edu.tr/

Maniyerizm Sanat Üslubu

MANİYERİZM



Maniyerizm yaklaşık 1520-1580 tarihleri arasında ortaya çıkmış olan bir sanat üslubudur. Rönesansın getirmiş olduğu yetkinliğe karşı bir çıkış olmuş, kendisinden sonra gelen üslup ve akımlara ön ayak olmuştur. Başlatıcısı ve en önemli temsilcisi Michelangelo Bounarotti'dir.


Nurhan Atasoy - Uşun Tükel
Rönesanas sanatının büyük ustası Leonardo, 1516’da Fransa Kralı 1. François’nın çağrılısı olarak Fransa’ya gitmiş ve kralın Amboise yakınında kendisine verdiği şatoya yerleşmiştir. Son çalışmalarını burada yapan sanatçı, ancak 1519’a kadar yaşamıştır. Ertesi yıl, ıtalyan sanatının bir başka dehası, Raphaello da genç yaşta ölmüştür. 1520, sanatsal açıdan bir değişimin başlangıç noktasıdır. Raphaello’nun genç yaşta ölümü, sanatında bir değişimi olanaksız kılmış, yapıtları genelde Rönesans üslubunun tipik örnekleri olarak kalmıştır. Oysa Michelangelo, 16. yüzyılın başından itibaren daha değişik bir anlatıma yöneliş, biçim açısından Rönesans’tan farklı bir üslüp oluşturmuştur.

Bugün Maniyerizm sözcüğünü yaklaşık 1520-1600 arasında özellikle ıtalya’daki sanatsal değişimleri tanımlama için kullanıyoruz. Bu tanımın kökeninde Vasari’nin (1511-1574) kullandığı ve bu dönemde üretilmiş yapıtların biçimsel niteliklerini vurgulayan “Maniera” sözcüğü yatmaktadır. Bu dönemin yapıtları sanat tarihinde önceleri klasik karıştı, kötü, başarısız kopyalar olarak nitelenmiştir. Sözcük 1920’lerde de yüksek Rönesans ile Barok üslup arasındaki ayrımı belirtmek için kullanılmıştır. Oysa günümüzde Maniyerizm’in, 16. yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren çeşitli sosyal hareketlerin de desteklediği özgün bir üslup olduğu kabul edilmektedir. Aslında Maniyerizm, kurallara ve şemalara bağlı Rönesans’tan Barok üsluba bir geçiş olarak da adlandırılabilir.

Maniyerist üslubun tipik özellikleri, mimari alanında açık bir biçimde görülebilir. Daha Rönesans döneminde sanatçılar, kentsel planlama konusunda araştırmalar yapmışlardır. Raphaello da Roma’da birçok kazıya katılmış, kentin ilkçağdaki düzenleme anlayışıyla yeniden ele alınması konusunda çalışmalar yapmıştır. Mimari alanında da çalışan Raphaello’nun öğrencilerinden biri de Giulio Romano’dur (1492/99-1546). Onun, Mantua yakınında Dük Federico Gonzaga’nın sayfiye sarayı olarak yaptığı Palazzo del Te, Maniyerist mimarinin tipik örneklerinden biridir. ılkçağın mimari formları, bu yapıda oldukça yaygın bir biçimde kullanılmıştır. Cephedeki alınlık, üçlü giriş, Dor düzenindeki sütunlar Rönesans mimarisinin de kullanmış olduğu formlardır. Ama bu formlardan bazılarının mimari bir işlevi yoktur. Yapıda, duvara bitiştirilen bir takım formlar, süsleyici bir üst tabaka niteliği taşırlar. Rönesans saraylarındaki sağlam, kesme taş duvar düzeni de ılkçağ formlarının arkasında adeta bir fon oluşturmaktadır. Palazzo del Te bu nitelikleriyle Maniyerist mimarinin ilk örneklerinden biridir (1526 dolayları).

Leonardo ve Raphaello’nun ölümleriyle, Rönesans’ın üç büyük ustasından geriye yalnızca Michelangelo kalmıştır. Bu büyük sanatçının üç dalda da (resim, mimari) verdiği yapıtlar, Maniyerist üslubun tipik örnekleridir. Duvara gömülmüş çifte sütunları, kör pencere ve nişleri, yuvarlak hatlı dekoratif konsollarıyla Floransa Lauranziana Kitaplığı’nın girişi (1524-26), Michelangelo’nun mimari çalışmalarına bir örnektir. Tüm bu ögeler, yeni mimari anlayışın ürünleridir. Yalnız burada, Rönesans’tan ayrılmış olmanın yanında, bireysel tutum da çarpıcı bir biçimde görülür. Zaten bireysellik, sanatçının keyfi tutumu, hemen her alanda Maniyerist üslubun önde gelen özelliğidir.


Michelangelo tek tek yapıların yanında, Maniyerist üslup içinde bir kentsel mekan tasarımı da yapmıştır. Roma Senatörler Meydanı, onun bu alandaki ilginç bir çalışmasıdır. Bu tasarımda ortada Marcus Aurelius’un  üç yanda cephe düzenlerini yine Michelangelo’nun yaptığı saraylar, bir yanda ise anıtsal merdivenler yer almaktadır. ikizkenar dörtgen olarak düşünülmüş meydanda, Rönesans’ın matematiksel düzeninin bireysel bir yaklaşımla kırılması söz konusudur.

Maniyerist mimari, Venedik’te ise değişik bir biçimde ortaya çıkmıştır. Jacopo Sansovino’nun (1486-1570) yaptığı San Marco Eski Kitaplığı, Maniyerizm’in Venedik’teki ilginç bir örneğidir. Deniz ticaretinin merkezi olan bu kentin zenginliği, yapıların cephelerine de yansımıştır. Yüksek kabartmalar, meyva çelenkleri, eros figürleri, son derece görkemli bir görüntü oluştururlar. Zengin süsleme ve güçlü gölge-ışık etkileri, Venedik’in yerel özellikleri olarak Maniyerist mimari anlayışı içinde yer almaktadır.

Hatırlanacağı gibi, hemen tüm Rönesans sarayları düz, çizgisel, yalın bir cephe düzenine sahipti. Oysa Maniyerist dönemde bu mimari tipte de büyük değişiklikler olduğunu görüyoruz. Vignola’nın Caprarola’da yaptığı Villa Farnese (1547), bu değişikliğin iyi bir örneğidir. Villa Farnese, çeşitli rampa ve basamaklarla ulaşılan beşgen bir yapıdır. Dıştan beşgen olan yapının ortasında ise yuvarlak bir avlu yer almaktadır. Tümüyle hareketli bir çevre düzeni içinde, biçim değiştirmeye dayalı Maniyerist bir yaklaşım söz konusudur. Maniyerizm, saray ve villa mimarisi alanında, Rönesans’ın dar sokak aralarındaki örneklerinden sonra, daha geniş mekanların açık görüntülerin arandığı bir üslup olmuştur.

Palladio’nun (1518-1570) Vicenza yakınındaki Villa Capra’sı da bu anlayış doğrultusunda, bir tepe üstünde yalnız başına inşa edilmiştir. Bu yapıda simetrik bir düzen söz konusudur. Rönesans’ın kullanmış olduğu ılkçağ formları, yapının cephesine hakimdir.

Raphaello, Transfiguration (Biçim değiştirme) adlı resmin siparişini 1516’nın sonuna doğru almıştı. Büyük bir bölümünde kendisinin çalıştığı resim, onun ölümünden sonra öğrencilerince tamamlanmıştır. Bugün Vatikan Müzesi’nde bulunan resim, tümüyle Raphaello’nun elinden çıkmış olmasa da gölge-ışık ve renklendirme konusunda onun vardığı noktayı göstermektedir. Yapıt, kompozisyon şeması açısından da ilginç bir örnektir. Üstte, sakin, kısmen aydınlık bir ortamda üç havarisini tanıklığıyla biçim değiştiren ısa yer alır. Alt bölümde ise, ıiddetli hareketlerin egemen olduğu dünyasal bir kargaşa söz konusudur. Bu iki bölümün oluşturduğu genel görüntü, yeni bir resim anlayışının habercisidir.


Maniyerist dönemin bir başka ünlü sanatçısı da Agnola Bronzino’dur (1503-1572). Sanatçının Toledolu Elenor ve Oğlu’nu gösteren portresi (Uffizi, Floransa), Maniyerizm’in bu alandaki en tipik örneklerinden biridir. Özellikle nesnelerin dokularının verilişindeki başarı, ilk bakışta göze çarpmaktadır.

Barok Sanat Üslubu

BAROK SANATI


Barok, Avrupa'da yaygınlaşan sanatta bir anlatım biçimidir. Barok kelimesi, İtalyanca düzensiz inci anlamına gelen barroco sözcüğünden türemiştir. Barok sözcüğü, birbirinden ayrı iki şeyi tanımlar; sanat tarihinde, Rönesans ile klasikçilik arasında kalan bir dönemi ve bütün çağlarda verilmiş bazı eserlerin tarzını. Başlangıcı ve bitişi için kesin bir tarih verilememekle birlikte 14. ve 18. yüzyıllar arasında oluşup şeklini almış bir dönemdir.
--wiki--


17. yüzyılın başında Avrupa’da yepyeni bir sanat üslubunun doğduğuna tanık olunur. Bu yeni üslup, Rönesans üslubundan ayrı, hatta ona tümüyle karışt bir sanat üslubudur. Sanat tarihçileri, yalnız resim ve mimarlığı değil, öteki sanat dallarını da kapsayan, temelde Rönesans’tan farklı, yeni bir dünya görüşüne dayanan bu üsluba “Barok Sanat” adını vermişlerdir. Barok sözcüğü, Portekizce “Barucca” sözünden gelir. Portekizce’de garip biçimli, eğri-büğrü incilere verilen bu küçültücü ad, aradan yüzyıl geçtiği halde Rönesans ilkelerine bağlılıkta direnen tutucu kişilerce konulmuştu. Batı sanatında her büyük akım, başlangıçta sert tepkilerle karışlaşmış, adlarını da çok kez böyle aşağılatıcı tanımlardan almıştır.

16. yüzyılın ikinci yarısına ortaya çıkan Maniyerizm, 250 yıllık Rönesans sanatına karış uyanan bir tepkinin sonucuydu. Maniyerizm, Rönesans’ın insanı ön plana alan, sıkı bir geometriye dayanan akılcı tutumuna karış çıkış, katılaşmaya yüz tutmuş kalıpları yıkmak eylemiydi. Barok sanatın oluşumunda Maniyerist tepkinin katkıları da yadsınamaz. Rönesans gibi bir Yeniçağ sanatı olan Barok sanatın da temel amacı görüneni gerçekte olduğu gibi inandırıcı bir biçimde vermekti. Natüralizm denilen bu tutumda amaç aynıydı, ama Barok sanatçı bu amacına Rönesans sanatçısından çok ayrı yollardan varmayı başarmıştır.

Rönesans mimarlığı ile Barok mimarlık arasındaki farları daha iyi kavrayabilmek için bir karışlaştırma yapmak yerinde olur. rönesans döneminin ünlü yapılarından Ruccelai Sarayı (Floransa) ile Barok saray mimarisinin tanınmış örneklerinden biri olan Viyana’daki Schönbrun Sarayı, iki üslubun farklarını belirgin bir biçimde göz önüne seren örneklerdir. Üç katlı bir yapı olan Ruccelai Sarayı’nın cephesinde ilk bakışta kavranabilen bir yatay-dikey düzeni söz konusudur. Saçağın ve katları ayıran silmelerin yatay düzenlenişi ile pencerelerin arasında yer alan ve yerden çatıya kadar uzanan yalancı sütunların dikey oluşu, yapının cephesinde bir yatay-dikey karıştlığı meydana getirmiştir. Alt katta kare, üst katlarda dikdörtgen biçimli pencereler ve yuvarlak kemerli alınlıklar birbirinin tekrarıdır. Avusturyalı mimar Fischer von Erlach’ın 17. yüzyılın ikinci yarısında yaptığı Viyana’daki Schönbrun Sarayı’nın cephesi simetrik bir düzen göstermekle birlikte, yan kanatların kademeli olarak öne alınışı ile cepheye Rönesans saraylarında görülmeyen bir hareket ve derinlik kazandırılmıştır.

Barok yapıların ceplerinde tanık olunan çabuk kavranamayan hareketli düzenlemeler, yapıların iç mekanlarında da görülür. Bohemyalı mimar Neumann’ın Würzburg Piskoposluk Sarayı’nın tören merdivenleri bunun en karakteristik örneklerinden biridir. Dörtgen iç mekan iki yandan diyagonal olarak yükselen merdivenlerle tavan ise boılukta yüzen figürlerin oluşturduğu bir dekorla farkedilmez hale getirilmiştir.

Sanatçı Dört Nehir Çeşmesi adını taşıyan bu yapıtını küçük kaya parçalarının ortasına yerleştirilmiş eski bir Mısır obeliskinin çevresinde geliştirmiştir. Kaya yarıklarından dünyanın dört kıtasını simgeleyen dört nehrin, Tuna (Avrupa), Nil (Afrika), Ganj (Asya) ve Rio’nun (Amerika) suları fışkırır. Her nehrin alegorik figürlerle temsil edildiğini yapıtı kavramak için seyircinin dört bir yanı dolaşması gerekir. Barok sanatçılar kendi üsluplarını yalnız görkemli yapılarla değil, Roma kentinin çeşitli meydanlarına serpiştirdikleri bu tip çeşmelerle de yaygınlaştırmışlardır.


Barok resim sanatı da gerek duvar gerek tuval resminde Rönesans üslubundan önemli farklarla ayrılır. Yüksek Rönesans döneminde Michelangelo’nun Sistine şapeli tavanına yaptığı zengin kompozisyonda tavanın düz tonozu, gerçek mimari organlar etkisi uyandıran bölmelere ayrılmış ve bunların içine sayısız figürler yerleştirilmişti. Bunlar devingen figürler olmasına karışn, tavan yüzeyi açıkça algılanabiliyordu. Barok üsluptaki tavan resimlerinde de mimari çizimler söz konusudur. Ancak bunlar derinlik etkisi uyandıracak biçimde eğrilip bükülerek kaçış noktasına doğru yükselmekte, ortadaki hareketli figürler ise sanki gök boıluğunda uçuşmaktadır. Seyirci artık tavan yüzeyini farketmemekte, kapalı bir mekan içinde bulunduğunu unutmaktadır.

Barok resmin doğuşunda Maniyerizm’in katkısını açıklayan bir örnek de Maniyerist sanatçı Tintoretto’nun Venedik’teki Son Akşam Yemeği (San Giorgio Maggiore) adlı resmidir. Leonardo da Vinci’nin Milano’daki aynı konulu yapıtından farklı özellikler taşır. Vinci’nin yapıtında yemek masası duvar düzlemine paralel olarak konulmuş, figürler ortada ısa, iki yanında eşit sayıda azizle sıkı bir simetri içine alınmıştı. Tintoretto’nun resminde ise diyagonal bir düzenleme söz konusudur. Gözümüz bu diyagonali izleyerek gerilere, ısa’nın ışıldayan haleli başına doğru kaymaktadır. Güçlü gölge-ışık karıştlığı içinde figürlerin konturları eriyip hareket bağıntılarıyla sağlanan dinamik bir bütünlük oluşmakta, güçlü bir dramatik etki seyirciyi bir anda kavramaktadır. Bütün bu özellikler Barok resmin de başlıca özellikleridir.

Sanat tarihçileri 16. yüzyılın sonunda ün kazanan Caravaggio’yu Barok resmin babası sayarlar. Caravaggio kısa yaşamına sığdırdığı birbirinden başarılı yapıtlarla bu tanımı hak etmiştir.

Caravaggio’nun etkisi kısa zamanda tüm Avrupa’ya yayılmıştı. İtalya’da eğitim gören pek çok sanatçı onun yolunu seçmiştir. Bunlara “Caravaggistler” denir. Avrupalı sanatçılar, ustanın az sayıda yapıtını göremese de dört bir yana yayılan Caravaggistler onun üslubunu tanıtıyorlardı. Fransız sanatçısı Georges de la Tour da bunlardan biridir.


Rubens de Barok çağın uluslararası üne sahip ressamlarının başında gelir. Yaşamı boyunca oradan oraya çağrılmış, İspanya sarayından Anvers sarayına, oradan Fransa sarayına koımuş durmuştur. Binlerce yapıt vermiş verimli bir sanatçı olan Rubens, atölyesinde zamanın ünlü ustalarını çalıştırırdı. Taslakları kendi hazırlayıp gerisini onlara bırakır, sonunda bir kaç düzeltme yapıp imzasını atmaktan çekinmezdi.

17. yüzyıl Hollandası’nda resim sanatı altın çağını yaşamaktaydı. Deniz ticareti ile zenginleşen Protestan Hollanda’da sanat koruyuculuğu saray ve kilisenin egemenliğinden çıkmış, burjuva sınıfına kaymıştı. Aşırı zenginleşen tüccarlar soylulara özenip konaklarını tablolarla süslüyorlardı. Ama sanat eğitimleri düşük olduğu için daha çok konularla ilgileniyorlardı. Kimi çiçek resmi, kimi meyva resmi istiyordu. Toprak sahipleri köy manzaralarından, deniz tacirleri deniz manzaralarından hoşlanıyorlardı. Sakin aile yaşamını yansıtan sahneler de en çok aranan konulardandı. Böylece değişik istekleri karışlayan, her konuda ayrı ayrı uzmanlaşan pekçok ressam ortaya çıkmıştı. Bu uzmanlık dallarının arasında portreciliğin özel bir yeri vardı. Burjuva insanı da soylular gibi portrelerini yaptırarak geleceğe kalmak hevesine kapılmıştı. Frans Hals bu dalda çalüşan ressamların başında gelir. Sanatçı Velazquez gibi kalın fırça vuruşlarıyla çalışır. Böylece resimlediği portreler sanki canlıymış gibi kıpırdanıp titreşirler. Bu dönemde bazı dernek yöneticileri de grup portreleri yaptırıyorlardı. Frans Hals bu konuda da uzmandı. Öksüzler Yurdu Kadın Yöneticileri (Frans Hals Museum, Haarlem) adlı yapıtı, onun grup portreciliğindeki başarısını gözler önüne serer.

17. yüzyıl Hollanda resim sanatının en ünlü sanatçısı olan Rembrandt’ın herkesçe bilinen Anatomi Dersi (Mauritshuis, The Hague) adlı yapıtı da aslında bir dersi değil, Amsterdam’ın Cerrahlar Loncası üyelerini göstermektedir. Sanatçının Gece Devriyesi (Rijksmuseum, Amsterdam) adlı yapıtı da yanlış tanımlanmış, tablo zamanla karardığı için bir gece resmi sanılmıştır. Oysa yapıt kenti koruyan milis birliği üyelerini gündüz gözüyle betimleyen bir grup portresidir. Rembrandt yaşadığı burjuva çevresinin beğenisine kendini kaptırmamış, belli bir uzmanlık dalıyla kendini sınırlamaya razı olmamıştır. Son yıllarını yoksulluk içinde geçirmek pahasına piyasa ressamı olmaya yanaşmamıştır. Az sayıdaki dostları da daha çok açık görüşlü din adamlarıyla klasik kültürü özümsemiş hümanistlerdi.

Rembrandt renkten çok bir ışık ressamıdır. Birkaç rengin, kırmızı, sarı ve kahverenginin değişik tonlarıyla yetinmiştir. Rembrandt’ın bir başka özelliği de dramatik olayları Caravaggio gibi en şiddetli anında ele alıp ani bir etki sağlamaktan kaçınmasıdır.

Rembrandt aynı zamanda, belki de öncelikle erişilmez bir portre ressamıydı. Ünlü yapıtı Miğferli Adam’da* (Dahlem Gallery, Berlin) model olarak kardeşini resmetmişti. Ama bu sıradan bir asker portresinden öte, türlü deneyimlerle iç dünyasını zenginleştirmiş bir kişinin düşünceli anlatımı düzeyine ulaşmış bir portredir. Çelik yakalık ve miğferdeki altın yaldızın ışıltıları bu iç anlatıma daha bir güç katmaktadır. Rembrandt gençliğinden beri sık sık kendi portresini de yapmıştır. Bunların sayısı elli kadardır. Kendisini neden bu kadar çok betimlediği ve neyi amaçladığı sorularının yanıtı yanılmıyorsak ıudur: kendini arıyordu Rembrandt. Yıl yıl, dönem dönem kendi iç dünyasını tanımaya, iç yaşamının bir çeşit günlüğünü tutmaya çalışıyordu anlaşılan...



* Son araştırmalar, bu resmin Rembrandt’a değil de, onun atölyesinde çalışmış olan bir sanatçıya ait olduğunu ortaya koymaktadır.


Alıntı
istanbul.edu.tr
-------------
Ünsal Yücel 

Pazartesi, Ocak 13, 2014

Yağlı Boya Resim Yapanlara Faydalı Bilgiler - Boyalar ve yardımcı maddeler


Yeniden düzenleyen Serkan K


Fırçaları boya karışımında ve tuvade kullanırken fırçanın tellerini kırmayacak şekilde nazik kullanmanız gerekir. Aksi halde fırçalarınızı bir süre sonra daha fırça ömrünü tüketmeden atmak zorunda kalırsınız.
Fırçanızın bakımı ömürlerinin uzun olması için çok önemlidir.
Öncelikle boyama sırasında bu özeni göstermek gerekiyor. Boyama bittikten sonra üzerindeki boyama artıklarının kurumaması için temizliği iyi yapılmalıdır. Bilinenin aksine tinerle temizleme yöntemi çok başarılı sonuçlar vermez. Fırçalarınızı terebentin dolu bir kabta uzun süre bekletirseniz fırça telleriniz yamulur lar ve tekrar düzeltmek neredeyse mümkün değildir. Terebentin ile kaba temizliği yapıldıktan sonra sabunla temizlenmesi durumunda, dipte kalan boya artıklarından da arınmasını sağlayabilirsiniz. Bunun için ucuz bir sabun kullanabilirsiniz. Ama  ben en iyi çözümün Amonyaklı Mikropartüküllü  Cif  olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Ellerinize bulaşan boyaları daha iyi çıkarabilen bir başka temizleyici ürün yoktur. Bununla beraber toz deterjanda yaklaşık sonuç verecektir. (unutulmussanatlar) Suyla birlikte fırçayı sabuna yumuşak harektelerle, fakat sabunu iyice emecek şekilde sürüp daha sonra avucunuzun içinde aynı boya sürüyormuş gibi hareketlerle suyla birlikte temizleyin. Bunu fırçada boya kalmayana kadar yapın. Ilık su daha iyi sonuç verecektir. Palet üzerine kullabileceğiniz kadar boya koyun, yine de kullanmadığınız boya kalmışsa veya resme ara vermek zorunda kalmışsanız, bu boyanın bir sonraki oturuma kadar kurumaması için, paletinizdeki boyaların üzerini örtecek kadar su dolu bir kaba koyun. Su boyanın havayla temasını keseceği için birkaç gün kurumasına engel olacaktır.

Resim Malzemeleri - Vernikler
Resim  Malzemeleri - İnceltici & Çözücüler
Resim  Malzemeleri - Medyumlar 
Resim  Malzemeleri - Yağlar 


Yağlı boya da boya markaları arasında fark varmı? varsa bu farklar resmi nasıl etkiler?

Sanatsal Yağlıboya seçiminde dikkat edilecek hususlar

Sanatsal yağlı boyalar opak ve şeffaf özellikleriyle pek çok teknikte resim yapabileceğiniz bir boya türüdür.
Geçmişte ustalar kendi yapıtlarının kalitesi için olabilecek en iyi malzemelerle çalışmak istiyorlardı, güçtü renk sabitliği ,dayanıklılık emek verdikleri yapıtlarını uzun süre muhafazası için önemliydi.

 Günümüzde hazır ambalajlarda sanatçıya sunulan yağlı boyalarların kalite çeşitliliğini degişken fiyatlarından anlayabiliriz; Genellikle içlerinde kullanılan pigmentler ve dolgu maddeleri bu fiyatları etkilemektedir ve bu boya üretimleride doğal pigmentler kullanıldığı gibi sentetik piğmentlerde üretilmektedir, transparanlıgı ve ışıga karşı dayanıklılığı pigmentlere ve renklere göre degişkenlik gösterir ,boya seçimi sırasında dikkat edecegimiz hususlardan biriside sağlığa zararlı bazı pigmentler yerine ona yakın altarnatiflerde tercih etmemiz olacaktır.

 Satın almak istiyecegimiz yağlı boya ürünleri ilk önce iki kategoride sıralanır;

   - Artist serisi

   - studio serisi

 Ayrıca bunların yanında bir yan katogori olarak suyla çözülebilen ve çabuk kuruyan yağlı boya çeşitleride vardır.

 Seçimde dikkat edebilegimiz başka bir hususda  şeffaflık ve saydamlıktır, bu özellik boya anbalajlarının  arkasındaki işaretlerle belirtilir

 


Boyanın kalıcılık özelliğide yine ürün anbalajı üzerinde çeşitli biçimlerle gösterilebilir;

Ör; Winsor Newton' boyalarında

 AA - Son derece Daimi     

 A - Kalıcı

 B - Orta Dayanıklı

 C - Kaçak


 Sanatsal yağlı boyalar renklere göre kuruma süreleride değişkenlik göstermektedir örnegin;Cobalt Blues, Prussian Blue, Raw Sienna, Umbers, Flake, Foundation and Cremnitz Whites hızlı kuruyorken
 Burnt Sienna, Cobalt Violet and Greens, Ultramarine Blues, Mars colours [synthetic iron oxides], Sap Green, Permanent Alizarin Crimson, Ochres, Cadmiums, Titanium White, Zinc White, Lamp Black, Ivory Black, Pyrrols, Bismuth Yellow, Perylenes.  Quinacridones, Alizarin Crimson. daha yavaş kurur.

1.     Artist serisi yağlı boyaların özellikleri;

 Bu serinin fiyatları satın alacağınız renge göre daha doğrusu  pigmente göre farklılık gösterir, içeriğinde ki ekstra ince yağlar bağlayıcı olarak kullanılırlar. Bu tür boyaların içeriğinde genellikle dolgu maddesi kullanılmaz , ayrıca geniş renk yelpazesi vardır ve genellikle birçok renginde tek bir pigment tabanı vardır.

2.     Studio(öğrenci )serisi yağlı boyaların özellikleri;
 Genellikle fiyatları renklerine göre farklılık göstermez bunun sebebi her renk için tek tip pigment kullanılmaz, renkler fiyatı daha düşük pigment   karışımlarıyla elde edilir.  Hem bağlayıcı olarak hemde  dolgu maddesi olarak da yağlar ve balmumu türü maddeler içerir, böylece kullanılan pigment miktarını azaltır.  renk yelpazesi dardır genellikle ; taslak çalışmalar ,örgenciler ve kalite unsurunun daha az oldugu resimler için kullanılır.
   Günümüzün pazarlama ihtiyaçları bu serinin kalitesini yükseltmiştir.

3.     Özel seri;
Bu  boyalar kategori dışı boyalardır. Örneğin su ile inceltilebilen yağlıboyalar, çabuk kuruyan yağlı boyalar bu seriye girer.



-----

Bildiğiniz gibi yağlıboya resim genelde bez üzerine yapılır. Özellikle amatör olarak uğraşan kişilerin kendi tuvallerini  hazırlamayı bilmemelerinden veya hazır tuval bulamamalarından dolayı yağlıboya çalışma yapamadıklarını biliyorum.  Ancak yağlıboyanın herzaman bez üzerine yapılmadığını da belirtelim. İyi bir kağıt, duralit, mukavva veya mdf üzerine de çalışabilirsiniz. Hatta pek çok profesyonel ressam, kağıdın bezden daha iyi bir taşıyıcı olduğunu düşünür. Ancak çalıştığınız yüzeyin emiciliğine göre, boyanın taşıyıcı tarafından emilmemesi için yüzeyi astarlamanız  gerekir. Bu astarın niteliği de yine çalıştığınız malzemeye göre değişir. Beyaz plastik boya ve tutkalın karışımından oluşan bir astar kullanabileceğiniz gibi nispeten yeni sayılan, duvar için  kulandığımız mat yağlıboyalar da kullanılabilir. Ayrıca nalburda bulabileceğiniz dolgu vernikleri de bir çözümdür. Hatta bu malzeme bez tuvale uygulandığında boyanın tuval tarafından emilmesinin de önüne geçecektir. Piyasada hazır astarlar da bulunmaktadır.
Yağlıboyanın elbette kendisine göre özellikleri ve çekiciliği var. Ancak yeni başlayanlar için akrilik boya da uygun bir çözümdür. Yağlıboya çalışmadan önce bu malzemeyi denemenizi de öneririm. Suyla inceltildiği için daha pratiktir, üstelik suluboya veya yağlıboya tarzında çalışmaya da  uygundur. Ancak çok çabuk kuruyan bir boyadır. Bu özelliği kimi ressam tarafından tercih edilirken bazılarına göre olumsuz bir özelliktir. Bu çalışma tarzınızın belirlediği bir durumdur.
Çabuk kurumayı engelleyen medyumları da tercih edebilirsiniz.. Bunun dışında akrilik boyaya farklı etkiler katan çok değişik malzemeler de bulunmaktadır. Olumsuz yanlarından birisi kuruduktan sonra tonun biraz koyulaşmasıdır. Bu sorunu da zamanla deneyim kazanarak giderebilirsiniz. Ayrıca yağlıboya yapacağınız bir resimde, astar boyamayı çabuk kuruduğu için akrilik boya ile de yapabilirsiniz.

Yağlıboya resimlerin korunması, güzel görünmesi, parlama farklılıklarının giderilmesi için vernik uygulanır. Ancak verniklemenin resmin tam olarak kuruduktan sonra yapılması gerekir. Bu süre ise yaklaşık 6 aydır. Bu süreyi beklemeden, çeşitli nedenlerle bilinçli olarak verniklemeyi tercih eden ressamlar vardır, bunu yanlış veya doğru olarak niteleme amacı taşımıyorum. Erken verniklemenin sakıncalarını burada belirtmekle yetiniyorum. Öncelikle alttaki boya kurumadığı için ilerde verniğin ve boyanın çatlama riski vardır, ayrıca özellikle beyaz renklerde kararma görülebilir. Çok erken vernikleme yapıldığında, boya ilk kuruma aşamasını da geçmediği için vernik boyanın çözülüp yayılmasına neden olabilir. Ayrıca vernikleme konusunda hiç bilgisi olmayanlar için belirtmekte yarar var, resim için kullanılan vernik bu iş için özel olarak üretilir, yani nalburdaki ahşap için olan vernikleri kullanmayın, buna tanık olduğum için yazayım dedim. Yine şimdilik belirtmekle yetineyim, yağlıboya resimde çeşitli amaçlar için kullanılan değişik özellikte vernikler vardır. Özellikle size gerekli olanın hangileri olduğunu öğrenmek için malzemeyi aldığınız yere sorun. Malzemenizi, sattığı malzemeyi tanıyan yerlerden almayı tercih edin.

Uzun süre kullanılmadığı için kapakları donan tüpleri açmak da tam bir sorundur. Eğer durum çok vahim değilse, çakmakla tüpün kapağını biraz ısıttığınızda kolayca açıldığını göreceksiniz. Ancak bu tür bir kurumaya baştan izin vermemek için, kullandıktan sonra tüpün kenarındaki boyayı  emizlemeye özen göstermelisiniz.

Resminizi gün ışığında yapmanızı öneririm. Sarı ışıkta renkleri doğru göremezsiniz ve resminize gün ışığında baktığınızda, gözünüze aynı güzellikte görünmeyebilir. Eğer gün ışığından yararlanma olanağınız yoksa floresan lambayı tercih edin, renklerdeki sapma normal veya halojen lambaya göre daha azdır.

Aynı numara fırçadan en az iki tane alın. Resim yaparken birisini açık diğerini koyu renkler için kullanarak daha çok temizleme derdinden kurtulursunuz.

Özellikle geniş astar boyamalar için kaliteli fırçalar yerine sert ve daha ucuz fırçalar kullanın. Kaliteli fırça her durumda daha iyi sonuç verir diye bir şey yok. Sert kıllı sıradan bir fırçayla boyanın tuvale daha iyi yedirilmesi sağlanabilir. Ancak sıradan fırça derken ilk dokunuşta kıllarını döküveren fırçaları kastetmiyorum. Sonuçta ben iyi sonuçlar ve çalışma zevki için kaliteli boya ve fırça kullanılması taraftarıyım. Ama aynı veya daha iyi sonuç alınacak ucuz bir malzeme varsa, kaliteli malzemenin harcanmasına da gerek yok.



BOYA

Boya (ayrıca pastel ya da mürekkep) genellikle renk-veren maddelerden ve birleştiricilerden yapılır. Ayrıca yayıcılar, çözünürler ve katkılar boyaya katılabilir. Bazı birleştiriciler sıvı formunda olabilir, bazıları da sıvı birleştirici elde etmek için bir çözücü (su veya tiner gibi) ile karıştırılması gereken kati maddelerdir. Çözücüler (solvents) kurutma esnasında boyadan buharlaşıp gider. Belli renk-veren maddeler boyanın sıvı birleştiricide ya da birleştiriciye sıvı formu veren solventte çözünürler. Bu maddelere de boya denir. Çözünmeyen renk-veren maddelere pigment denir.

Yayıcılar, eğer pigmentin renk verme gücü çok yüksekse kısmen onun yerine başka bir pigmentle, ya da pigmentlerin belli bir oranını daha ucuz bir yayıcıyla yer değiştirmek için kullanılır. Bununla beraber, bu boya yüzeyinin dayanıklılığını azaltmaz. Katkıların kalıcılığı ve kullanım kolaylığını arttırmak için ilave edilen herhangi bir madde demek olduğunu biliyoruz. Bu kurutucuları, koruyucuları, sıvılaştırma ve katılaştırma maddelerini içerebilir.

Haşhaş yağı (Poppy Oil) ne zaman kullanılır ?
Haşhaş yağı, Keten yağına kıyasla daha yavaş kurur daha soluk bir renge sahiptir ve resimde oluşabilecek kırışma problemlerini engeller. Bu özelliklerinde dolayı haşhaş yagı içeren yardımcı malzemelerle `Allaprima` tekniğinde, açık tondaki renklerin kullanılması önerilir. Keten yağına oranla daha düşük konsantrasyona sahip olduğu için alt tabakada kullanımı bir sonraki tabakalarda yapışma problemine yol açabileceği için, final katmanlarında kullanılması daha doğrudur.

PİGMENT

Pigmentler renkli zerreciklerdir, sıvı içinde çözünemezler ama sıvı ile karıştırılabilirler. Boyanın rengi, renk tonunun yoğunluğa bağlı gücü, şeffaflığı (Transparency) veya örtücülüğü (opacity) ışık haslığı (lightfastness) bütün diğer unsurların yanında kullanılan pigmentin türü ile ilgilidir. Boyanın kendine has ismiyle tanımlanan rengi kullanılan pigment türü ya da pigment kombinasyonları ile elde edilir (deep yellow, ultramarine, carmine vs)

Tuval gesso ile astarlandı ve Gesso tuvalin arkasında küçük beyaz yumrular oluşturdu bu bir problemmidir nasıl cözülür?
Teknik olarak bu bir problem değildir. Lakin tuvalin tekrar gerilmesinde düşük bir ihtimallede olsa problem yaşanabilir. Bu durumu engellmek için Amsterdam Acryl Binder 005 ile ön yapiştırıcı astar atmak gerekir. Bu yapistırıcı malzeme tuvalin liflerini sıklaştırarak emiciliğini azaltır ve daha pürüzsüz bir tuval yüzeyi oluşturur.

Allaprima ne demektir ?

Allaprima üst üste yaş boya demektir (Wet in wet) Bu teknikte boyalar sadece palet üstünde değil tuval üstünde de kendi kendilerine karışmaya devam ederler ve hiçbir kattaki boya tabakasının kurumasını beklemeye gerek yoktur. Bu teknikte renkler saf olarak kullanılabileceği gibi eğer açılacaksa da, bütün renkler için aynı tip solvent kullanılmalıdır.

KATKI MADDELERİ

Katkı maddeleri kullanım kolaylığını ve stabilizasyonu arttırmak amacıyla kullanılır. Örneğin siccatives:kurumayı kolaylaştırır prezervatives: Bozulmayı önler ve koruyucudur anti oxidants: Oksitlenmeyi önler

Kaynamiş keten yağı (Boiled Linseed oil) nedir ve ne zaman kullanılır?
Kaynamış terimi tam olarak uygun değildir çünkü yağ kaynama noktasında cok yakın bir dereceye kadar ısıtılır ve içine siccatives ( kurutucu ) ilave edilir. Bu özelligi sebebiyle Quick drying medium olarak kullanılabilir.

Değişik tipte vernikler karıştırılabilirmi ?
Aynı tipteki parlak ve mat vernikler istenilen parlaklık elde edilene kadar arzu edilen oranlarda karıştırılabilirler. Mat içerikli vernik uygulanırken eğer fırça tek bir istikamette sürülürse dahada mat bir sonuç elde edilebilir.

ECOLINE

Royal Talens sadece iki üründe dye (çözülebilir boya özü) kullanır Ecoline (beyaz ve altın rengi hariç) ve waterproof (suyadayanıklı) mürekkepler (siyah ve beyaz renk hariç) Bu ürünlerin ışık haslığı paketler üzerinde gösterilmez Beyaz ve altın rengi ecolıne ve siyah ve beyaz renkteki waterproof mürekkep opak ve ışık haslığına sahip pigmentlerle hazırlanır.

Bleeding Colors: Cözülebilir boyalar akışkandırlar ve diger boya katları arasına sızarlar Ya da baştan başa yayılabilirler bu özellikleri dolayısıyla bleeding colors diyede adlandırılırlar.

Painting paste nedir, ne zaman ve nasıl kullanılır ?

Painting paste (resim macunu) esasen pigmentsiz yağlı boyadır. Boyayla istenilen miktarlarda kullanılabilir rengin konsantrasyonuna herhangi bir zarar vermez. Özellikle renk konsantrasyonu yüksek, pahalı boyalarda daha fazla miktarda boya elde etmek için kullanılır. Resim macunu birde yoğun ve kalın boya kullanımlarında kırışmayı engelleyici medium olarak kullanılır. Genelde 1\1 oranında kullanımı yaygındır. Kesinlikle sararmaz ve boyanın dayanıklılığını arttırır. Kuruma süresini azaltır.

Alkalin (Alkyd) medium nasıl kullanılır ?

Alkali medium hem son katta parlatıcı medium, hemde boya içine karıstırılmak suretiyle painting medium olarak kullanılabilir. Glazing olarak kullanıldıgında saf kullanılması önerilir, diger durumlarda white spirit ile inceltilebilir. Alkali medium kuruma süresini hızlandırmasına ragmen hafif sararma yapabilir lakin kısa sürede bu sararma kaybolur.

Yağlı boyalarda medium kullanma zorunluluğu varmıdır ?

Medium kullanımı tekniğe göre değişir. Yağlı boyada iki temel teknik vardır.

Allaprima (wet in wet)
Fat over lean ( Flexible over less flexible)

Talens painting medium üç temel bileşene sahiptir. Yağ, reçine, beyaz ispirto (white spirit) Medium kullanımı öncelikle, Fat over lean tekniğinde boya katmanları arasındaki tutunmayı artırarak resmin ömrünü uzatır. Özellikle glaze aşamasında hiçbir fırça izi kalmamasına rağmen glaze filminin altından, sanatçının özgün fırça vuruşlarının görünmesini engellemez. Talens mediumlar, glazing medium, alky medium, venetian turpendine ve stand oil olarak ayrılırlar.

Hangi fırçalar yağlı boya tekniği için uygundur?
Domuz kılından (Hog Hair) yapılan fırçalar genellikle çok ucuz ve kalitesiz fırçalardır, kullanılması tavsiye edilmez. Diğer fırça çeşitleri de belirli boya tekniklerinde kullanılabilir. Detay çalışmak için samur (sable) ve kokarca (İltis grm) kılından yapılan fırçalar çok kullanışlıdır. Bununla beraber sentetik liflerden yapılan fırçalarda bütün resim tekniklerinde iyi alternatiflerdir. Fırçalar çeşitli fiyat ve kalite gruplarına ayrılır; Rembrant fırçalar tamamen el ile yapılırlar ve yüksek düzeyde kalite sunarlar. Van Gogh fırçalarda, yine tamamen el yapımıdır, mükemmel kalitede ve ekonomiktirler. Yağlı boya fırçaları resim yapılan yüzey ile arada yeterli mesafeyi bırakmak için uzun saplı olarak yapılırlar.


Dammar vernik nedir ?
Günümüzde de hala kullanılan ve tek geleneksel vernik olan `dammar`, doğal ağaç reçinesinin terebentin ile ayrıştırılmasıyla imal edilen bir vernik türüdür. Dammar vernik kuruduktan sonra sararır ve kırılgan bir hale gelir . En avantajlı tarafı ise kuruduktan yıllarca sonra bile resim yüzeyinden kolaylıkla sökülebilir olmasıdır.

Beyaz keten yağı ile beyaz ayçicegi yağı arasındaki farklar nelerdir ?
Bizim tecrubelerimiz, bütün yağlar arasında, (ayçicek yağı, susam yağı, keten yağı, haşhaş yağı, fındık yağı, ağaç yağı) resim için en uygun olanının keten yağı (linseed oil) olduğunu gösterdi. Bazı yağlar kırılgan bir film tabakası bırakırken bazıları önemli ölçüde boyayı karartır. Bazılarının ise kuruma süresi normalden çok daha uzundur. Ama keten yağı optimal kalite özellikleri kombinasyonlarına uygunluk gösterir. Kuruma süresi diğer yağlara oranla kısadır, elastiktir ve dayanıklıdır. Bütün bu pozitif özelliklerinin yanında keten yağı sarıdır ve zamanla dahada sararır bu durum ise özellikle beyaz rengin gücünü azaltır. Bu sebepten dolayı Keten yağının yerini beyaz renkte ayçiceği yağı alır. Ayçiceği yağı keten yağına oranla daha soluk bir renge sahiptir, daha uzun sürede kurur ve film elastikiyeti acısından kırılgandır. İlk katlarda kullanılan Ayçiceği yağı bütün bu özelliklerinden dolayı diğer boya katlarında problemlere yol açabilir değişik kuruma zamanlarındaki farklılık ve katmanlar arasındaki zayıf bağlar bir sonraki tabakada uygulanacak boyanın tutuculuğunu azaltabileceği için, özellikle ilk katlarda kullanılması önerilmez İlk katmanlarda keten yağı final katmanlarda ise ayçicegi yağı kullanılması gerekmektedir.

http://www.unutulmussanatlar.com/
sanatdunyasi.com.tr
karakalem.org